Düşüyoruz

Hayatı futbol yardımıyla öğrendim deyip duruyorum.

Diyelim Türkiye’de bir kulübün teknik direktörü veya başkanısınız. Herhangi bir maç anında, Quaresma benzeri bir sirk futbolcusunun attığı bir çalımdan sonra kameralara bakıp “bizim oğlan ne çalım attı ama” diye gevşek gevşek gülebilirsiniz. Maçı kaybettikten sonra “bizim oğlanın çalımını gördünüz ama değil mi” diyebilirsiniz mesela. “İyi de maçı kaybettiniz” diyene, “o adam benim sayemde Türkiye’ye geldi, sen ne diyorsun” diye çıkışabilirsiniz.

Veya…

Quaresma’nız sezon başından beri bilmem kaçıncı kornerde, nihayet bir gol attırmış olabilir. O golle de maçı kazanmış olabiliriniz ve “işte konuşuyorsunuz ama nasıl korner attı” diye üste de çıkabilirsiniz. “İyi de kaç maçtır kazanamıyordunuz, liderden de şu kadar puan geriye düştünüz” diyene, “o korneri unutturmaya çalışıyorsun” diye çıkışabilirsiniz. Hakemlerden filan dem vurabilir, lider takımın kollandığını iddia edebilir, daha kötüsü “ne yani filanca kulübün taraftarını da biliyoruz, onlar daha kalabalık diye yapıyorsunuz bütün bunları, onlar şampiyon olsun diye hakemlere müdahale ediyorsunuz” filan diye komplolar üretebilirsiniz.

Veya…

Diyelim takımınız Quaresma’ya rağmen —veya onu oynatmadığı için— lider. Kostaklanıyorsunuz. “İyi de takımda hiç yerli oyuncu yok, kulübünüzün Türk futboluna karşı sorumluluğu yok mu” diyene, “kural bu, ben mi koydum kuralı” filan diye köpürebilirsiniz. Veya, “iyi, şampiyon olup duruyorsunuz da, Avrupa’da esaminiz okunmuyor, ilk turlarda dönüp geliyorsunuz” diyene, “bu Avrupalılar bizi istemiyor, Avrupalı hakemler gördünüz işte…” filan diye zırvalayabilirsiniz.

Hayat futbol gibi, katman katman. Futboldan öğrenilecek çok şey var da, biri de hayatın böyle katman katman olması.

Hayat futbol gibi, her katmanda her iddiayı destekleyecek şeyler de oluyor. Mesela ağır hezimete uğranan bir maçın bile herhangi bir anında göz kamaştırıcı bir şey olabiliyor. Veya ligde berbat durumda olan bir takım bile göz kamaştırıcı bir netice alabiliyor. Veya futbol oynamayan, futbola hiç katkısı olmayan bir takım bile lider olabiliyor. Veya Avrupa’da hezimete uğrayacak bir takım bile şampiyon olabiliyor.

Hayat futbol gibi ve Erdoğan da Quaresma veya onu oynatan teknik direktör veya onu transfer etmiş başkan gibi… Bir şeyi doğru dürüst becerebiliyor. Gerçekliği kendi istediği gibi daraltıp, düşmanlar imal edip, belirli bir kesimi seferber etmek işini… Başka hiçbir şey bilmiyor. Hiçbir şey…

Evet, orada rakip takım sol bekine, bilmem kaçıncı denemesinde —bundan önceki her denemesinde topu kaptırmışken— müthiş bir çalım attı. Ama biz mağlubuz. Fark yedik. Ligde bilmem kaç maçtır kazanamıyoruz, liderden şu kadar puan gerideyiz. Zaten Avrupa’da da… Malum.

Ve Erdoğan çıkıp, “ben Müslüman olduğumdan beni beğenmiyorlar” deyip duruyor, mealen. Her katmana, aslında bir tek bu argümanla müdahil oluyor. Ve her katmanda “ben filanca maçta nasıl çalım atmıştım, hatırlıyor musunuz, ama ben Müslüman olduğumdan…” manasına gelecek bir şeyle müdahil oluyor.

Erdoğan’ın karşısındakiler ise, her katmanda ayrı ayrı mücadele etmeye çalışıyorlar.

***

Erdoğan, kulüp başkanını ayarlayıp, kendisine ödendiği söylenen ücretin yarısını ona rüşvet olarak verip transfer oldu. Kalan yarısını da kendisini cansiperane müdafaa edecek alçaklara dağıtıyor. Kaybedilen her topun, her maçın, her ligin ardından köpekler koro halinde havlamaya başlıyorlar: “Filanca tarihte ne çalım atmıştı ama Müslüman olduğundan…”

Bizim takım kaybediyor.

Takımdaki futbolcuların bazıları homurdanmaya başlıyor. Koro havlayarak cevap veriyor, “siz bizim takımdan değilsiniz, satılmış, alçak herifler, Erdoğan’a top atmıyorsunuz, Erdoğan Müslüman olduğundan başarısız olsun diye…”

Tribündeki seyircilerin bazıları homurdanmaya başlıyor. Koro havlayarak cevap veriyor, “siz gerçek taraftar değilsiniz, gerçek taraftar, Hollanda karşısında takımını destekler…”

E, evet, hikâye bu. Yalanlar söylediler, yalan olduğunu bile bile… Erdoğanlarını —yani Erdoğan sayesinde banka hesaplarına yatan akçeleri— korumak uğruna, hepimizin takımını şamar oğlanına döndürdüler, bile bile…

Ama…

Yine de değişen şeyler var. Gezi’den bu yana değişen şeyler… Gezi ile birlikte değişmeye başlayan şeyler… Yani mesela “fesih yetkisi yok” yalanına benzer yalanları hep söylediler. Ama “fesih yetkisi var diyen yalancılar” filan demek yenilerde… “İstifa ederim” ise hepten yeni. Böyle sayısız gösterge var. Artık dikiş tutmuyor olduğuna işaret eden sayısız gösterge.

Artık şartlar eskisi gibi değil, o halde 16 Nisan’da sandıkta da yenilebilir mi Erdoğan —ve ancak koro halinde havlayabilen köpekleri?

Açıkçası hiçbir fikrim yok. 16 Nisan’da sandıktan her neticenin çıkabileceğini düşünüyorum hâlâ. Seçmenin kararını verdiğini ama o kararın ne olduğunu bilemediğimizi, bilemeyeceğimizi düşünüyorum. Yine de bugün referandum yapılsa çıkacak neticeden farklı neticelere de açık 16 Nisan. Çünkü 16 Nisan’da sandığa kimin gitmeyeceğinin tayin edici olacağını düşünüyorum. Yani herkes kararını verdi ama herkes sandığa gitmeyecek… Zannedildiğinin aksine, tarafsızları ikna etme yarışı değil mevcut yarış yani, sandığa gitmeye ikna yarışı…

Dahası, eğer 16 Nisan’da sandıkta kaybedeceğini hissederse, Erdoğan’ın ve köpeklerinin neler yapabileceğini tahmin etmek de hiç kolay değil. “Bundan fazlasını yapamazlar ya” dediğimiz her durumda, mesela Baykal ve Türkeş’le görüşüp, arkasından memleketin şehirlerinin üstüne memleketin ordusunu sürüp, hiçbir vicdana sığmaz işler işlemiş bir özneden söz ediyoruz. Sandık, millet edebiyatı yapan Erdoğan’ın, sandıktan kendi istediği çıkmadığında sandığa ve millete ne yapabildiğinin daha önce sayısız delilini zaten görmüştük de… Her defasında “oha, bu kadarını göze alabileceği hiç aklımıza gelmediydi” demek durumunda kaldık.

Şimdi neyi göze alabilir?

Bizim aklımızdan bile geçse tüylerimizi diken diken edecek her şeyi…

***

Ama mesele 16 Nisan’a kadar nelerin yapılabileceği veya 16 Nisan’da sandıktan ne çıkacağı değil. Hatta artık mesele Erdoğan bile değil. Mesele, Erdoğan kaybettiğinde bugün sahip olduğu yönetim kurulu üyeliklerini kaybedecek Hayrettin Karaman, her sabah kendi yazdıklarını okuyup —her ay banka hesabına yatan paradan daha mühim olarak— “vay ben ne müthiş akıllara sahibim, herkes de farkında” zannını yaşayan Cem Küçük, Karagül ve saire zavallılar, fesiyle Külliye koridorlarında akıl dağıtan soytarı, telekinezi yoluyla memleketin ekonomisinde kendince deneyler yapan meczup… Daha kimler, kimler? Normal şartlarda ilkokul diploması alamayacak olduğu halde rektör atanan, YÖK üyesi atanan —zaten de kendilerini bildikleri için okumuşluğu aşağılayan— zevat, vali kadrolarını işgal edenler, Diyanet İşleri Başkanı, TRT Genel Müdürü… Saymakla bitmez. Her gün onlarca suç işleyen ve eğer Erdoğan’a bir şey olursa işledikleri suçların hesabını vermekten duydukları korkuyla her gün daha da büyük suçlar işlemek zorunda olan mahlûkat…

Bunların sahaya sürüldüğü takım küme düşer. Küme düşmek kâfi olmadı, ebediyen liglere katılmaktan men edilir. 16 Nisan’da, diyelim yüzde 60’la filan Hayır çıksa da…

Hayır demeyi önemsizleştirmeye çalışıyor değilim. Ta, Demirellerin siyasi yasaklarının oylandığı referandumdan bu yana, ilk defa geçerli oy kullanacağım —ömrüm varsa. Hayır diyeceğim. Daha önce 82 Anayasasında oy kullanmış, kaybetmiştim. Sonra bahsettiğim referandumda oy kullandım, kazandım. Şimdi ne olacak bilmiyorum.

Ama eğer Hayır çıkarsa, bu, teknik direktörün Quaresma’nın kulağını çekmesi ve eğer aynı şekilde oynamayı sürdürürse kenara alacağı tehdidini takımın önünde dile getirmesi gibi bir şey. Hepsi o kadar. Quaresma’nın farklı bir şekilde oynamaya kalkacağını veya kenara alınacağını, neticede maçı kazanabileceğimizi, sonrasında da liderle aramızdaki puan farkını kapatabileceğimizi ümit etmek için çok sebep yok.

Bizde iş olmadığından değil. Biz köklü bir kulübüz. Yeter sayıda olmasa da çok sayıda iyi oyuncumuz da var. Taraftarımız da fena değil. Tam da futboldan misalle anlatayım. Beşiktaş mesela, Hollanda ligindeki birçok takım ile kıyaslandığında, hem daha köklü, —hem Türkiye’de futbol daha merkezi yere sahip olduğundan— bütçesi daha büyük, hem daha renkli… Filan.

Ama Beşiktaş, bir takım soytarıların elinde rehin.

Önceki yıl Beşiktaş, Galatasaray ile Olimpiyat Stadında bir lig maçı oynadı. Muhtelif sebeplerle yola getirilmesi gerekiyordu. O maçtan önce mevcut olmayan, o maçtan sonra da aniden kaybolan 1453 Kartalları diye bir taraftar grubu zuhur etti. Son dakikada sahaya girdiler… Beşiktaş hükmen yenildi ve iyi kötü dönen çark durdu.

Şimdi veya 16 Nisan sonrasında benzeri operasyonlara hazır olun. Eğer mezkûr zevatın hesap vermesi ihtimalini bertaraf etmek için takımın yarısının diğer yarısını, tribünlerin yarısının diğer yarısını dövmesi gerekiyorsa…

Teşebbüs edilecektir, hiç şüpheniz olmasın.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et