12 Eylül Mantığı
İstatistik biliminin babası sayılan Galton bundan yüz yıl kadar önce, bir hayvan pazarında bir tahmin yarışmasına şahit olur. Satışa çıkarılan bir hayvanın ağırlığı hakkında tahminler yürütülmektedir. Galton bütün tahminleri toplar ve tahmin sayısına bölerek ortalamayı hesaplar. Şaşkınlıkla görür ki, gerçeğe en yakın tahmin, tahminlerin ortalamasıdır. Surowiecki, Wisdom of Crowds adlı kitabına bu anekdotla başlar. Kitap boyunca, yeterince çeşitliliğe sahip olan takımların, eğer üyeleri kendilerini yeterince rahatlıkla ifade edebiliyorsa, takımdaki en uzman şahıstan daha iyi karar verdiğine dair sayısız misal verir.
Surowiecki’nin kitabı orijinal bir çalışma sayılmaz. Son on yıl içinde benzer sayısız kitap yazıldı, çünkü bu konularda sayısız bilimsel çalışma yapılıyor. Toffler’in İkinci Dalganın saklı kodu olarak tanımladığı standartlaşma, uzmanlaşma, senkronizasyon, yoğunlaşma, maksimizasyon ve merkezileşme kavramlarının en muhkemi gibi görünen uzmanlaşma da, böylelikle, 21. Yüzyılın başından itibaren yoğun bir taarruza maruz kalıyor. Elbette biz pek farkında değiliz. Pek çoğumuz, uzmanlığa saygı etiketi altında, uzmanlaşmanın kıymetini sorgulamadan yaşayıp gidiyoruz. Çünkü yalnız ve güzel ülkemiz, otuz yıldır, tedavülden kalkmış olan kavram ve anlayışların klişeler halinde mumyalanıp saklandığı bir Dünya Müzesi vazifesi görüyor.
Bir askeri birliğin muharebe ortasında “Bize verilen istikamet şurası ama acaba o yana mı gitsek, bu yana mı” diye tartışmaya başlaması, seçtikleri temsilcinin karargâha gidip “Komutanım siz bize hedef olarak şu mıntıkayı vermişsiniz. Ama aldığımız istihbarata göre orası pek tekin değilmiş, maazallah arkadaşların ayağına diken filan batar. Mevsim uygun, emri değiştirseniz de biz Antalya’ya gitsek” demesi filan zırva olur elbette.
Ama böyle bir hal, sadece askeri bir birlikte zırva olur. Onun dışında, toplumun hemen her fonksiyonu için doğru olan, tam da böyle davranmaktır. Mesele sadece Surowiecki ve benzerlerinin işaret ettiği gibi, tartışma sürecinde, tartışmaya katılanların her birinin kendi başına verebileceğinden daha iyi bir karar üretilebilmesi de değil. Tartışma süreci, tartışmaya katılanların her birini değiştirir. Arkadaşlarla birlikte hangi restorana yemeğe gidileceğine bir kişi karar verir ve diğerlerine dayatırsa, birçok kişi seçilen restoranda bir yığın kusur bulur, tatmin olmaz. Eğer bir müzakere neticesinde aynı restorana karar verilirse, hemen herkes tatmin olur. Önemli olan hangi restorana gidildiği değil, o restoranı kimin seçtiğidir yani.
12 Eylül rejimi, “Hangi birliğin hangi mıntıkaya ne vakit sevk edileceğini biz biliriz, akşam hangi restorana gidilmesi gerektiğini de elbette bir bilen vardır” mantığıyla olsa gerek, her bir kararı uzmanlara devredecek bir düzen tesis etti Türkiye’de. Uzmanların lüzumsuz tartışmalarla vakit kaybetmesini önlemek için de, karar mercilerini aşırı güçlendirdi. Parti genel başkanlarını, rektörleri, YÖK’ü ve daha ne varsa her karar odağını…
Neticeten, biz ÖSS’nin bize ne yaptığını, geçen yıl satın alacak buğday yokken bu yıl dağın taşın buğday dolu olmasını, Zeugma’yı, otomobiller rahat aksın diye Ankara’nın karnının yarılmasını filan karşılıklı tartamıyoruz. Yapılabilir bir tek iş kalıyor, iki kampa bölünüp, karşılıklı olarak birbirimizin sıkletini tartıyoruz.
Yaptığımız işin adı da tartışma oluyor, iyi mi…
Cemalettin N. TAŞCI