1920’lerden 2010’lara
Ferruh ne vakittir Hakan Kaynar’ın Projesiz Modernleşme kitabından söz ediyordu. Kitabın arkasındaki emeğe müthiş saygı duydum. Kaynar’ın temel varsayımlarını bütünüyle paylaşıyorum. Buna mukabil, metodolojisi ve bazı çıkarımları konusunda itirazlarım var. Ama bugünün mevzuu o değil.
Kaynar’ın kitabından da görüyoruz —gerçi, eğer istersek, kitaba ihtiyaç duymadan da hatırlayabiliriz— ki, Cumhuriyet, bütün Türkiye’yi ama en çok da İstanbul’u, tarihinde hiç olmadığı kadar Müslümanlaştırmış ve Türkleştirmişti. Ve muhtemelen tarihte benzeri görülmemiş bir hızla… Hani bugün abuk sabuk konuşan zevatın lisanına müracaat etmeye kalkarsak, İstanbul’un aslında 1453’te değil, 1923’ü izleyen 8-10 yıl içinde fethedildiğini söylemek abartı olmaz.
Cumhuriyet Faustvari bir projeydi. Dünyayı dilediği gibi dönüştürebileceğine ve böylelikle de —en azından bazıları için— daha yaşanır bir dünya kurabileceğine inanma anlamında Faustvari. İlaveten, Goethe’nin Faust’unun, son sahnede, orada olmaktan ve alıştıkları yerde ölmeyi istemekten gayrı hiçbir günahı olmayan yaşlı çifti ortadan kaldırmadan kendisini rahat hissetmemesi manasında Faustvari.
Delil mi istersiniz? Daha 1922’de, durumdan vazife çıkararak —ve elbette kendisine ikbal kapılarının ancak öyle açılacağını sezerek— Milli Türk Ticaret Birliğini kuran Ahmet Hamdi Başar, 1935’te şöyle demiş (Kaynar’ın kitabından aktarıyorum): “İşte İstanbul ve İzmir, sömürgeci sınıfı tamamen tasfiyeye yol açan ve bir ucu dünyanın yaşadığı rejimdeki çöküntüde, öbür ucu da Türkiye’nin geçirdiği büyük inkılapta olan tarih şartları dolayısıyla küçülmüşlerdir. Bu itibarla da işsizliğe ve krize rağmen, zaruri bir istifanın gönül açıcı ve temiz ferahlığı içinde mes’ut ve müftehiriz.”
Başar’ın saadet ve iftihar duygularına gelmeden önce…
Cumhuriyet İstanbul’u yozlaşmış buluyordu. Bütün yozlaşmaların mekânı… O yozlaşmaya yol açanlar, büyük devletlerin kanatları altında İstanbul’da keyiflerince at oynatan gayrimüslimler değildi sadece, işgal altındaki şehirde işgalcilerle kucak kucağa yaşayan yozlaşmış Türk ve Müslümanlardı da aynı zamanda. İşgalcilerin balolarına gidiyor, onlarla ticaret ortaklığı yapıyor, onlar gibi giyinip onlar gibi eğleniyorlardı. Yerli ve milli olanın dertleriyle dertlenmiyorlar, yabancı fikriyatın Türkiye’deki distribütörlüğünü yapıyorlardı. Filan.
Evet, 1920’lerin Ankara’sından İstanbul böyle görülüyordu ve Ankara Meclisi bu hususta da tartışmalara sahne olmuştu. Dünyaya ve İstanbul’a bu gözlerle bakanların kafataslarının içindeki şeyden, müthiş bir fikir zuhur etti: Eğer bu zevatı ortadan kaldırırsak, yozlaşma da ortadan kalkar. Yozlaşma ortadan kalkınca da… Damarlarımızdaki asil kan… Filan. Bu arada İstanbul ve İzmir —İmparatorluktan Türkiye’nin hissesine düşmüş ikicik şehir— yarı yarıya küçülecek kadar kan kaybetmiş, ne gam! Büyük inkılabımız muzaffer ve onu yapanlar olarak bizim de mes’ut, bahtiyar ve müftehir olmaklığımız icap eder.
***
Daha önce, başka yerlerde defalarca dedim, eğer o günlerde yaşıyor olsaydım, herhalde Başar’ın sebeplendiği gibi sebeplenemeyecek olsam da, mezkûr inkılaba gönüllü nefer yazılır, mes’ut ve bahtiyar olur, gâvur İstanbul’u ve gâvur İzmir’i inkılabımızın fethetmesiyle iftihar ederdim. Fetih bu, elbette fethettiğimiz şey biraz hasar görecek…
Ama o günlerde yaşamıyorum. O günlerden sonra çok günler yaşandı ve İstanbul ve İzmir, Şekil 1’de görüyor olduğunuz üzere, bir defa daha fethedilmesi gereken yerler haline geldiler. Bir defa daha yozlaşmanın merkezleri buralar. Bir defa daha küresel güçlerin işbirlikçileri hainlerin karargâhı, filan.
Neden böyle oldu?
Çünkü ortada yozlaşma filan yoktu. Yozlaşma, İstanbul ve İzmir’de değil, onlara bakan gözlerde, o gözlerden çıkan sinirlerin uçlarının bağlandığı beyinlerdeydi. Onlar artık İstanbul’a ve İzmir’e, mesela Fatih Mehmed’in baktığı gözlerle bakamıyorlardı. Düşmanı olduklarını söyledikleri —ve savaş meydanında hepsini birden yendiklerini düşündükleri— Avrupalılar gibi bakıyorlardı.
Başta dedim, “İstanbul, Cumhuriyet marifetiyle hızla Müslümanlaştırıldı”. Aslında şöyle demek gerekiyordu: İstanbul’un nüfusunda ve ticaretinde ağırlık, hızla, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kesimlerin lehine yer değiştirdi. Yoksa Müslümanlaşmak filan yok. Çünkü Müslümanlıkta böyle şeyler yok. Ama zaten Müslümanlıkta böyle şeyler olmadığını hatırlayacak Müslüman da yok.
***
Kaynar bir yerde (s. 281) diyor ki, “İstanbulluların talebelerin peşine takılıp, vapurlarda kulaklarıyla gayrimüslim avına çıkmalarının iki sebebi olabilir; birincisi geçmişte yaşadıklarının rövanşını almak, ikincisi yıllar süren bir eğitim ve çalışmayla değil, birdenbire âdeta zıplayarak sınıf değiştirmek.” Bence ikisi de…
Ve bence, bugünü yaşanmaz kılan da tastamam aynı iki sebep. Nedense ve nasılsa kendisini alacaklı hisseden, gayrimüslimlerden, Kürtlerden, Avrupa’dan, dünyadan, inandıklarını söyledikleri Allah’tan alacaklı olduğunu hisseden bir yığın zibidi, bir yandan da, âdeta zıplayarak sınıf değiştirebilme ihtimaline vurgun, düşman avına çıkmış haldeler.
1920’lerin ikinci ve 30’ların ilk yarısı boyunca yaşananlar ile 2010’ların başından bu yana yaşananlar arasında, zerre kadar fark yok. Kullanılan motifler bile aynı: Sömürgeciler, küresel güçler, onların işbirlikçileri, İslam, Türklük, yerlilik, millilik ve saire… Bu tespit, 1920’ler ve 30’larda bu işi işleyenleri, bugün işleyenlere kıyasla saygıdeğer kılıyor —hiç değilse kafa yormuşlar, okumuş tercüme etmişler, icat yapmışlar. Bugün, seksen yıl sonra aynı işi işleyen pislikler onlar kadar bile hoşgörüyü hak etmiyorlar.
Ama…
Sorsanız dibine kadar alacaklılar. Dişe dokunur herhangi bir şey yapmamışlar. Yapabilecek vasıfları yok. Olmadığının bile farkında olmadıklarından, vasıf kazanmak konusunda bir heves ve niyetleri de yok. Cumhuriyetin ilk yıllarında, inkılapları, bölgenin binlerce yıllık birikimlerle oluşmuş iki incisini heder ederken bundan müftehir olan vasıfsızlar, hiç değilse, —öğrenme işini tamama erdirdiklerini varsayacak kadar ahmak olsalar da— bir şeyler öğrenmişlerdi. Dünya ahvalinin farkındaydılar yani.
Söylemek istediğim çok şey vardı, ne kadar söyleyebildim, bilmiyorum. Maddeler halinde özetlemeye çalışayım:
- 1920’lerde yaşananlar ile bugün yaşananlar arasında zerre kadar fark yok.
- 1920’lerde yaşananların faili Kemalistlerdi, bugün aynı işi işleyenlerin can düşmanı gördükleri fikriyat yani.
- 1920’lerde yaşananlar, Türkiye’yi İstanbul ve İzmir’den mahrum bıraktı. Cumhuriyetin başarısızlığı, büyük ölçüde, o dönemde İstanbul ve İzmir’in tarumar edilmiş olması yüzündendir. Medeniyet şehir demektir. Şehir “yoktan var edilmez”, işlene işlene, binlerce yılda vücut bulur. Şehirleri tarumar edip medeniyet bayrağını taşıma iddiasında bulunmak, budalalıktan öte bir haldir.
- Ama 1920’lerde bu haltları işleyebilmek için, iyi kötü bir mazeret vardı. Dünyanın hâkim fikriyatı, ancak türdeş toplumların başarılı olacağı iddiasına uygundu. Bugün böyle bir düşünceyi ciddiye almak müşkül ama daha mühimi, işin öyle tahmin edildiği gibi yürümediğini, bizzat yaşadıklarımızdan öğrenmiş olmamız gerekiyordu.
- CHP’nin ve “elim kırılaydı da CHP’ye oy vermeyeydim” diye diye CHP’ye oy veren kitlelerin en temel açmazı, aslında, bugün kendileri için bir tehdit olan vasıfsızlar güruhunun kendi ürünleri olması. Metotları aynı. 1920’lerde yaptıkları ve bugün hâlâ iftihar ettikleri işleri anlatırken kullandıkları aynı lügat bugün karşıdakilerin dilinde.
Neyse…
***
Canım Türkiye’min “ey Müslüman cihat var” deyince coşan, hep bir ağızdan “şehitler ölmez” deyince üstüne düşen vazifeyi yerine getirdiğine inanan ahalisi, anlaşılıyor ki, dünyaya haddini bildirmekten arta kalan vakitlerinde O Ses Türkiye filan izliyor. O programlardan birinde, Dodan adlı biri, Haydar Haydar’ı söylemiş. Birkaç gündür dinleyip dinleyip ağlıyorum.
Niye ağlamak geliyor içimden, tam da bilmiyorum.
Bir defa, müthiş söylemiş, onun etkisi mutlaka vardır. İkincisi türkü müthiş zaten. O kadar müthiş söylenmese de tüylerim diken diken oluyordu.
Ama bir de üçüncü sebep var: Meseleden haberdar olmamı sağlayan yazı (http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/12/26/dodanin-parcalandigi-an/). Anladığım kadarıyla, yazıyı yazan Ali Duran Topuz ile aynı hassasiyetleri paylaşıyoruz. Ama ben Dodan hakkında onun bildiği hiçbir şeyi bilmiyordum.
Anladığım kadarıyla, Topuz’un Dodan’a bir sitemi yok. Aksine, Haydar Haydar’ı öyle seslendiren birinin, Sibel Can, Hadise gibilerin insafına kalmış olmasını içine sindirememiş. Sonuna kadar katılıyorum.
Devam etmeden… Dünyaya haddini bildirmekten arta kalan vakitlerinde O Ses Türkiye izlemeklere filan bir itirazım yok. Dünyanın bütün toplumları böyledir. İkiyüzlüdür. Yaptığım şey bir yargılama filan değil, bir tespit. İkincisi, Sibel Can, Hadise filan gibileri eleştiriyor değilim. Her toplumda öylelerine ihtiyaç var. 1920’lerde inkılapları İstanbul’u, İzmir’i tarumar ederken müftehir olanlar, her biri birer Beethoven, her biri aynı zamanda birer Nadal ve her biri aynı zamanda birer Einstein (pardon o Yahudi, yerine başka uygun birini siz bulun) olacak insanları yetiştirecekti ve o insanlar, bütün tutum ve davranışlarında hep tutarlı olacaklar, hiç tutarsızlık sergilemeyeceklerdi. Öyle bir yandan “vatan, millet, Sakarya”, öte yandan O Ses Türkiye filan, olmaz. Zaten o inkılabın Türkiye’sinde O Ses Türkiye’ler, Sibel Canlar, Hadiseler, ne mümkün.
Ben öyle değilim. Bunu bilin de öyle devam edelim.
Dodan, aşikâr görünüyor ki, Muşlu olduğunu söylerken bile ezilip büzülüyor, yanına bir İstanbulluluk katmak zorunda kalıyor. Kürt olduğunu zaten ancak bilenlerden öğrenebiliyoruz.
Soru şu: Vatandaşlarından biri, herhangi bir kıymetli şeyi çok müthiş bir biçimde başarabilen özel biri, hangi etnisiteye ait olduğunu söyleyemiyorsa, o devlet ne işe yarar? O devletin devletlûları ne işe yararlar?
Şu işe: Aha o devletin devletlûları, sabah akşam sövdükleri 1920’lerin devletlûları gibi, tastamam onlar gibi, vatandaşı, yani sabah dünyaya parmak sallayarak yorulup gece O Ses Türkiye’nin karşısına işini yapmış insanların huzuruyla oturan milyonları, büyük bir inkılabın neferi olduklarına inandırmaya yarar. O milyonlar pekâlâ o Haydar Haydar’ı işittiklerinde huşu içinde kendilerinden geçebilecek, Dodan’a kendilerinin asla gerçekleştiremeyecekleri performansı için şükran duyabilecek insanlar iken, onların düşmana yöneltilmiş yanlarını bilemeye yarar. Malum yığınlarda yarattıkları ve besledikleri nefret de, karşı tarafta, Haydar Haydar’ı doğru dürüst söylemekten gayrı hiçbir derdi olmayan bir genç adamda o korkuyu üretir işte.
Dodan korkuyorsa, Dodan’ın suçu değil. Vazifesi Dodan’ın korkmamasını sağlamak olanların suçu. Ve işte tam da onlar Dodan’ın korkmasına yol açıyorlar, Dodan’ın kendilerinden korktuğu yığınlar değil.
***
Yüz yıl arayla aynı filmi görmüş ve —rol alanların hepsi iftihar etse de— filmden tiksinmiş biri olarak, defalardır demeye çalıştığımı bir defa daha söyleyerek bitireyim: 1920’lerde bu film ilk defa sahneye konduğunda, Türkiye çok şey kaybetti. Bir yığın vasıflı insanını ve birçok şehrini. İnsansız ve şehirsiz olarak ne yapılabilir olduğunu da yüz yıl içinde gördük. Ama âdeta zıplayarak sınıf atlayanlar, yerlerini aldıkları birikimin boşluğunu dolduramasalar da, iyi kötü hayatta kalan bir ülke yaptılar. Uzaktan bakınca kötürüm olduğu gizlenemeyen ama içinde yaşadığında sanki tamammış gibi görünen bir ülke…
“Yetmedi, şurayı burayı da keselim” diyen zamanın inkılapçılarından geriye kalanın öyle bir şansı olmayacak. Çünkü dünya, özellikle de bu bölge, Türkiye’den geriye kalanın dünyaya intibak etmek için ihtiyaç duyduğu vakti bırakmayacak.