Bilinen hikâyedir… Tüccar, bir vakitler pek iyi ağırlandığı ve pek güzel atlar satın aldığı bir köye, yıllar sonra tekrar uğramış. Ne atlar eski atlara, ne insanlar eski insanlara benziyormuş. Büyük bir hayal kırıklığı içinde köyün kahvesinde otururken, gözünün kestiği ihtiyar bir köylüye sormadan edememiş: “Bir vakitler burada pek güzel insanlar ve pek güzel atlar vardı,
Eğer Goldberg haklıysa, bir şeyle karşılaştığımızda beynimizin bir yarısı (pek büyük çoğunluğumuzda sol yarısı) “aha, ben bunu biliyorum” diye reaksiyon gösterir. Diğer yarısı ise “bir dakika, bu işte bir iş var, tanıdık görünüyor olabilir ama bu sefer başka” der durur. Yani beynin bir yarısı “Amerikalılar Suriyeli mülteciler için Angelina Jolie’yi getirmişlerdi. Bizim Somali’ye gidişimiz de
Eğer PKK sahne almasaydı, eğer Öcalan Kürtlerin birikmiş öfkesini teröre eşitlemeseydi, son yirmi yılda bölünen ülkeler kervanına muhtemelen Türkiye de katılacaktı. Kürtlerin öfkesi birikmişti ve haklıydı. İnsani açıdan haklıydı. Siyasi açıdan haklıydı. Uluslararası normlar açısından da öyle… Ne kadar haklı olursa olsun, podyuma terör kıyafetiyle çıkmış olan bir öfkeye sempati duymak müşkül. Nitekim Kürtlerin öfkesi
Böyle giderse, endüstri araya birkaç mucize ilaç daha sıkıştırmayı da becerebilirse, kırk yıla varmadan Amerikalıların yüzde doksanı ruh hastası kadrosundan maaşa bağlanmış olacak. Geri kalan yüzde on, onlara ilaç yetiştirmek, dolar basmak ve Amerikan üniforması giyip, dünyanın orasında burasında terör estirmek için anca yeter. Terör, dolara paraymış gibi muamele etmeyi sürdürmemiz için şart. Şaka bir
Psikiyatrinin ABD’deki serencamını hikâye eden Mad in America 2002’de yayınlandığında, küçük çaplı bir kıyamet kopmuştu. Kitapta yazılanlar ilk defa dile getiriliyor değildi. Ama ya artık kamuoyu bilim ve tıp kalkanları arkasında sahnelenen soytarılığa doymuştu… Veya endüstri, kitabın yazarı Whitaker’i dişine göre bulmuştu. Belki de mesele ilk defa bu kadar popülerleştiği için, sıkı bir reaksiyona ihtiyaç
Milli takım, hatırlamadığım bir sebeple, birkaç yıl önce Almanya’da seyircisiz bir maç oynadıydı. Alman polisler, maç seyircili oynanıyormuş gibi tedbir aldılar. Tribünler ile sahanın arasına, yüzleri boş tribünlere dönük, ellerini arkadan kavuşturmuş bir biçimde dizildiler. Maç boyunca bir teki bile kaçamak yapıp, sahada oynanan şeye göz atmaya kalkışmadı herhalde. “Maç seyircisiz, güvenlik güçlerine ne lüzum
Geometrik büyümeyi bilirsiniz… …de bilmeniz, genellikle, neticelerini kavrayabilmeye yetmez. Bir gölün yüzeyinde her gün ikiye katlanan nilüferi hatırlayın mesela. Eğer nilüferler gölün yüzeyini yüz günde kapladılarsa, son günde ne kadarını kaplamışlardır? Biliyorsunuz işte, yarısını… Yani doksan dokuz günde yapılan işin eşdeğeri, sadece bir günde yapılır. Ama asıl çarpıcı olan bu değil. Eğer nilüferler gölün yüzeyini
İftar duasıyla devam edelim. Neden “bizlere, bütün kötülüklere dayanma gücü ver” diye dua edilir? Soru manasız göründüyse şöyle sorayım: “Bütün kötülükleri ortadan kaldırma gücü ver” demek daha makul değil mi? Hatta niye kendimizi beyhude yoralım ki, inananlar Allah’tan “bütün kötülükleri ortadan kaldır”masını istese çok şey mi istemiş olurlar? Dayanma gücü talep etmek başka, kötülüklerin ortadan
Milyonlarca kişi, dün akşam ezanıyla birlikte iftar duası yaptı. Adetten olduğu üzere, “bizlere yaşama sevinci ver” diye yalvardı. Ne güzel duadır bu. Ramazan ayındaki bu ilk yazıyı bütünüyle bu duaya ayırmak hoş olurdu. Yaşama sevincine ne kadar ihtiyacımız olduğuna, onsuz ne kadar yoksul olduğumuza, filan. Ama ne mümkün… *** Birileri, Genelkurmay Başkanının emekliliğini istemesini, neredeyse