Rivayet o ki, Erich von Holst bir golyan balığının ön beynini almış. Ön beyin, golyan balıklarında, sürü halinde davranmayı sağlayan ne varsa hepsini ihtiva edermiş. Ön beyni alınan golyan balığı tekrar suya salındığında, herhangi bir anormallik sergilemeden beslenmesini ve yüzmesini sürdürmüş. Davranışlarındaki biricik fark, sürüden ayrıldığında diğer balıkların kendisini takip edip etmemesini umursamamasıymış. Ve rivayet
“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” demiş İzzetbegoviç. Nasıl bir bağlam içinde demiş, bilmiyorum. Hayatının hiç değilse bir döneminde savaş ve düşman kelimelerinin nelere karşılık geldiği aşikârdı. Bu lafı o dönemde mi etmişti, onu bile bilmiyorum. Şimdi, Türkiye’nin Güneydoğusunda yaşayanların büyük bölümü için savaş denince neyin, düşman denince kimin akla geldiğini tahmin etmek müşkül değil.
“1990 Şubatına, Aum’un Temsilciler Meclisi seçimine girişine kadar izini sürebiliyorum. Asahara, Tokyo’nun o dönemde yaşadığım semtinde, Shibuya Ward’da koşuşturuyordu… Bu seçim kampanyasına şahit olduğumda ilk reaksiyonum görmezden gelmek oldu. Görmek isteyeceğim son şeylerden biriydi. Etrafımdakiler de benzer bir tepki gösterdi: Kendilerini görmüyormuş gibi yaparak Tarikatçıların yanından yürüyüp geçtiler… Neden o gün otomatik olarak gözlerimi Aum
Beşiktaş’ın bu gece Napoli deplasmanında maçı var. Dün, Tivibu’da Beşiktaş’ın Barcelona’yı 3-0 yendiği maçın tekrarı vardı. Barcelona o tarihlerde de büyük markaydı elbette ama o ilk grup aşamasından çıkamamıştı. O Barcelona karşısında Beşiktaş’ın yüzde yüz yirmisi, Barcelona’nın yüzde kırkını yenmişti. Maçı tekrar seyrederken hissettiğim kadarıyla Beşiktaşlı futbolcular, torunlarına anlatacakları bir şey yaşıyor olduklarının farkındaydılar. Eğrisi
Kürk Mantolu Madonna’nın filmi çekilecekmiş de, Beren Saat oynayacakmış ya… Eh işte, hikâyeyi benden daha iyi biliyorsunuz, magazin televizyoncuları canlı yayında bu haberi paylaşırlarken ortaya çıkmış ki, Madonna diye bildikleri, Amerikalı şarkıcı Madonna imiş. Kahneman’ın what you see is all there diye adlandırdığı halin bir uzantısıyla karşı karşıyayız, yani şaşırtıcı bir şey yok. Hepimiz gerçekliğin
Hâlâ çok saygı duyduğum, muhabbet beslediğim biri, her ikimiz de gençken, “elmas toprak altından çıkarıldığında,” demişti, “iyi elmastıraş ona bakar, nasıl kesilmesi gerektiğini anlarmış. Eğer iyi elmastıraş değilse, elmasa kendi istediği biçimi vermeye kalkarsa, elmas çatlarmış.” Elmas nasıl bir şeydir, elmastıraşlık nasıl bir bilgi gerektirir, bilmiyordum —bugün de bilmiyorum. Ama araştırmaya filan ihtiyaç hissetmeden, bana
Milli takımlar kategorisinde yarışan Terim’in keyfi takımı, İzlanda’ya yenildi. Terim’in keyfi takımı derken, Arda’nın, Burak’ın filan kadroya alınmamasını kastetmiyorum, kadro onlardan kurulduğunda da keyfi idi. Aslında keyfiliğin kimselere tuhaf geldiğini de zannetmiyorum, ne yani koskoca Türkiye Futbol Direktörü, takımı keyfine göre kuramayacak mı? (Keyfilik meselesi zaten, gücü ele geçirenin her şeye hakkı olduğu kabulünden alıyor
Demokrasi —uyguladığımız biçimleriyle— aşındı, bize yenisi lazım derken… Aklıma mesela İsviçre geliyor. İlk aklınıza gelen sebeple, yani temsili demokrasi yerine doğrudan katılım imkânı sağlayan referandumlar yüzünden değil. Aslında politikanın bir biçimde temsili kalması gerektiğini hissediyorum, bilmem artık öyle bir iklimde altmış yıl solumuş olmaktan mı kaynaklanıyor. Elbette temsil mekanizmaları türlü çeşitli ve her birinin muhtelif
1990’larda Boyner için demokrasinin hali ve istikbali hakkında bir rapor hazırlamaya çalışmıştım. O talep ettiğinden değil, o dinleyebileceği ve tartışabileceği için. Politikayı tahmin ettiğimden de çabuk bıraktı, benim de o raporu tamamlama motivasyonum kalmadı. (Boyner’in benim hazırlamaya çalıştığım tarzda şeyleri dinleyebilecek ve tartışabilecek biri olması, onu benim gözümde kıymetli bir politik aktör yapmaz/yapmadı. Politikacı dediğinin,