Erdoğan’ın Tandoğan’dan Ne Farkı Var —Bir Defa Daha
Shuanping Dai Networks of Instutions’da müesseselerin, sosyal oyunların (Oyun Teorisindeki oyun manasında) çözümleri olarak zuhur ettiklerini ve bir defa zuhur ettikten sonra da oyunların kuralları olarak varlıklarını sürdürdüklerini söylüyor. Daha doğrusu, müessese kavramını böyle tanımlıyor.
Eğer müesseseler konusuna özel bir ilginiz yoksa veya Oyun Teorisi hakkında pek bilgi sahibi değilseniz, size pek de manalı görünmeyebilir bu tanım. Ama bu zorlama tanım, birçok açıdan ufuk açıcı. Kendisi, kendi yaptığı tanımın açtığı ufuklarda bir kitap yazmış zaten.
***
Ne demiş olmuş?
Bir defa, sosyal âlemi bir oyun olarak tanımlamış olmuş. Bence iyi yapmış. Yani sosyal âlemin sadece küçük bir kesitine odaklanacak olursak, normal şartlarda bir sendika ile bir işyerindeki işçilerin her biri arasında kurulmuş bir oyun var. Aynı işyerindeki işçilere talip olan sendikalar arasında bir oyun var. Sendikalarla işveren ve hatta devlet arasında bir oyun var. Ve saire…
Dai ayrıca demiş olmuş ki, müessese dediğiniz şey, mesela sendika, bu oyunun içinde, oyunun bir çözümü olarak zuhur eder. Yani falanca neticeyi alacak biçimde tasarlanmaz. Şartların ürettiği gerilimlerden meydana çıkar. Ve fakat, bir defa zuhur etti miydi, artık onun zuhur etmesini gerektiren gerilimler çözülmüş olur ve sendikanın kendisi oyunun şartlarından biri olur.
Evrimci bir perspektif…
Şöyle ki: Mesela karıncalar ortaya çıkmadan önce ekosistem eksik değildi. Kendi dinamik dengesini sürdürüyordu. Ama sayısız türe mensup sayısız bireyin karşılıklı etkileşimi, her an, sayısız yeni olabilirliğe de fırsat yaratıyordu. Bu süreç içinde muhtemelen çok sayıda yeni tür —yani yirmi küsur aminoasidin yeni bir organizasyonu— denendi. Belki başka şartlarda ortaya çıksalar yaşayabilecek olan bazıları da vardı aralarında. Ama çoğu sahnede bir oyuncu olamadan, yani bir müessese halini almadan yok oldular. Sonra karınca çıktı ortaya ve… Sonrasında karıncalar da çevrenin —ortaya çıkabilecek yeni türler için hesaba katılması gereken— bir faktörü oldular.
***
Devam etmeden önce işaret edeyim: Müesseseler mühim. Mühim olduklarını çoktandır biliyorduk ama özellikle son on yılda, bir yığın sorunun cevabı müessese kavramına yakınsıyor. Mesela neden bazı toplumların gelişmişlik seviyesinin diğerlerinden daha yüksek olduğu, neden Batı’da pekâlâ zenginleşmeye yol açan formüllerin Afrika’da işe yaramadığı, neden aynı krize Almanya, Amerika, İngiltere ve Yunanistan’ın her birinin diğerinden farklı reaksiyon gösterdiği gibi sorular, çoktandır, toplumların müesseselerden müteşekkil olmalarıyla açıklanıyor.
Bu açıklamalar da, ilave başka sorulara yol açıyor elbette: Mademki işi müesseseler yapıyor, neden Almanya’da geliştirilmiş bir müessesenin, mesela Merkez Bankasının Uganda’ya transplantasyonundan benzer neticeyi alamıyoruz? Veya —bırakalım Uganda’yı, şu geri zekâlı zencilerden bir halt olmaz— Almanya’ya gücünü sağlayan Merkez Bankasının benzeri neden Amerika’da çalışmıyor? Neden farklı toplumların gelişme sürecinde ürettikleri müesseseler birbirine yakınsamıyor —mesela Toyota neden giderek Mercedes’e benzemiyor da Sony’ye benziyor?
Dai’nin kitabı, daha çok bu tür meselelerle alakalı. Bu tür meselelere getirdiği çözüm de, kendisi öyle adlandırmaya ihtiyaç duymamış bile olsa, Darwinci bir çözüm. Müesseseler izole halde var olmuyorlar, bir müesseseler ağının içinde var oluyorlar. Dolayısıyla, eğer o ağın tamamı bir toplumdan diğerine taşınmamışsa, taşınan kadarı, zuhur ettiği toplumdaki bağlantılara yeni toplumda sahip olmadığından, beklenen neticeleri doğurmuyor. Şöyle söyleyelim: Mesela her biri hayatta kaldığına göre başarılı olan kırk biyolojik türü diğerlerinden tamamen izole bir coğrafyaya taşısanız, muhtemelen kırkı da kısa süre içinde yok olur. Çünkü her birinin mevcudiyeti için gereken birçok başka tür vardır ve onların yokluğunda kendileri de yok olurlar.
***
Bu hususlarda çoğu son on yılda geliştirilmiş olan kavramlaştırmalar ve Dai’nin tarifi gibi tarifler yokken de, kendimce, gücüm yettiği dilim döndüğünce, Darwinci bir perspektifle dünyayı anlamaya çalışırken, “olmaz kardeşim, orada gördüğünüz şeyi buraya taşıdığınızda işi çözmüş olmazsınız” veya “her yeni hamle kendisine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırır ve yeni bir dünyaya yol açar, dolayısıyla geçmişten alınabilecek ders yoktur” filan mealinde mırıldanıp durdum. Dolayısıyla şimdi de sayfalarca, hatta ciltler dolusu yazabilirim. Ama lüzum yok, yazdım diye düşünüyorum zaten.
Ben iyisi mi, meseleyi yine AKP’ye getirip bağlayayım. Bağlamadan önce bir tespit daha yapmam lazım. Müesseselerin —bir defa ortaya çıktıktan sonra— kendi mevcudiyetlerini korumalarına, onların inertiası (eylemsizlik) diyebiliriz. Eylemsizlik, hani otomobilin frenine basıldığında sizi öne doğru fırlatan kuvvetin adı. Hangi haldeyseniz, o halde kalmak istersiniz. Eğer böyle bir istek taşıyorsanız varsınız, kütleniz var demektir. Müesseseler de var olana kadar yoklar, dolayısıyla eylemsizlikleri de yok. Sosyal enerjinin kütle halinde yeniden organizasyonu ile var oluyorlar. Artık eylemsizlikleri oluyor. Sendika diye bir şeye ihtiyaç hissetmeyen bir topluma sendikayı getirdiğinizde, “ay bana ihtiyaç yokmuş” deyip yok olmuyor, toplumdaki mevcut gerilimlerin bir çözümü olarak evrimleşiyor ve… Görüyorsunuz işte.
***
AKP bir müessese. Türkiye’nin —büyük çoğunluğu Osmanlı’dan müdevver— müesseselerinin —toplumun değişen dünyaya uyum sağlaması için— yeterli olamaması yüzünden toplum içinde doğan ve uzun süre güç kullanılarak bastırılmış, anlamaya çalışılmamış, anlayışla karşılanmamış oldukları için zamanla büyüyen gerilimlerinin bir ürünü… Türkiye —o vakitler başarılı bir toplumdan başarılı müesseselerin transplantasyonunun işe yarayacağı genel kabul gördüğünden— İmparatorluğun son yılları ile Cumhuriyetin ilk yıllarında çok sayıda yeni müessese ihdas etti. Bu müesseseler ümit edilen işleri yapamadılar ve fakat genellikle hiç hesapta olmayan bir yığın ekstra gerilim ürettiler. Bu süreç de, önceleri Fransızca sonraları da İngilizce bildiği için âlemin çözümlerini öğrenebilen, buradan kendisine bir seçkinlik talep eden, ama seçkin pozisyonunu sadece kestirmeden çözüm transfer ederek sürdürmeye çalışan kesimin ahaliden ümidini kesmesine yol açtı. Sürecin kalanında, memleketin müesseseleri, memleketin yegâne derdinin çözümü olacak şekilde, yani ahaliyi oyunun dışında tutacak şekilde evrimleştiler. Ahaliyi oyunun dışında tutmanın muhtelif metotları geliştirildi ve çözüm, yani ahaliyi oyunun dışında tutma hali sürdürülebildi. Ama gerilim yükseldi.
AKP bir müessese ve bu gerilimin ürünü olarak zuhur etti.
Benim AKP ile derdim de, onun zuhur etmesiyle alakalı değil. Akranlarımın, ODTÜ’de, Boğaziçi’nde eğitim görmüş ve bu yüzden de seçkinlik talep eden arkadaşlarımın derdi, AKP’nin zuhur etmesi. Onlar, çünkü, AKP gibi bir çözüme ihtiyaç duyulmadan, ahalinin bastırılması her dem yeni enstrümanlar üretilerek sürdürülsün istiyorlar. Bense bunun mümkün olmadığını, mümkün olsaydı da hoş olmayacaktı olduğunu düşünüyorum.
Dönelim AKP’ye…
Memlekette gerilimler çok uzun süredir bastırıldığı için, ihtiyacımız olan ama ihtiyacımız olduğunu fark edemediğimiz müesseselerin zuhur etmesinin zeminini inşa etmedi. Aksine, kendisini ihtiyaç olan yegâne müessese olarak gördü, kendi varlığıyla eksikliğin tamam olduğu zannını üretip duruyor. Zaten kendisinden öncekiler de öyle yapıyordu.
Özetle söyleyecek olursam: Açtık, birimiz buğday yetiştirmeyi, diğeri onu öğütmeyi, öteki pişirmeyi, beriki servis etmeyi öğrenecekti ve hepimiz karnımızı doyuracaktık. AKP bize açlığımızın hep hani şu Dersim’de kıyım yapanlar yüzünden olduğunu söyleyip duruyor. Bu hale Tandoğanlar yüzünden geldiğimizi söyleyip duruyor. Ama —Akşam’da yazarken de sorduğum gibi— Erdoğan’ın Tandoğan’dan ne farkı var? Bizim için neyin iyi olduğunu bizden daha iyi bildiğini düşünen bir heyet gitti, bir başkası geldi.
Ve biz yine açız.