’68
Nişanyan mühim bir noktaya parmak basmış. Bir vakitler babasının katilinden intikam almakta tereddüt eden veya bilgi uğruna ruhunu satan insanları anlatan Avrupalıların, bugün, sıradan bir hayatın ufak bir sallantıda altüst olmasından gerilim imal ettiğine işaret ediyor. Ve şöyle bağlıyor: “İnsan deneyiminin sınırlarını yüzyıllar boyunca başka kültürlere nasip olmayan bir cesaret ve vizyonla araştıran bir kıta, bugün vasatlığa övgü ile vasatlığı kaybetme korkusu arasına sıkışıp kalmış.” O halde… “Yıkılmasının vakti gelmiştir.”
Nişanyan’ın nihai tespitine katılmasam, bu tespiti yasladığı delilleri türlü biçimlerde sorgulayabilirdim. Mesela… Sözünü ettiği anlatılar yüzlerce yıla yayılmış bir döneme ait. Belki onların arasında da sıradan hayatların sıradan gerilimleri anlatılmıştı ama kayboldu. Geriye “ciddiye alınmaya değer” olanlar kaldı. İzlemediğim için bilmiyorum, belki bugün de kırk yılda bir, yarına kalacak bir şeyler yazılıyor, filmler yapılıyordur. Yüzlerce yıl sonra bir Nişanyan çıkıp, “vay Avrupalılar insan deneyiminin sınırlarını 20. ve 21. Yüzyılda ne biçim sorgulamışlar” diyecektir onlara —sadece o misallere— bakıp.
Sonra, mesela Gılgamış destanını hatırlatıp, başka kültürlerin de insan olmanın sınırlarında gezinen anlatıları olduğunu söyleyebilirdim.
Yapmayacağım, çünkü Avrupa’nın can çelişiyor olduğu tespitine katılıyorum. Esasen Nişanyan’ın da —bilhassa Ukrayna krizinde Avrupalıların durdukları yerden duyduğu tiksinti sebebiyle— önce tespiti yapıp sonra delil aradığı kanaatindeyim.
Bütün bu şartlar altında bile aykırı duran bir şey var.
Dün Serbestiyet’te yazdığım yazıda işaret ettim, içinde yaşıyor olduğumuz insanlık krizinin miladının ’68 olduğunu düşünüyorum. ’68, özü itibariyle “Avrupalı” bir şeydi.
İyi bir şey miydi, kötü bir şey mi? Yeterli bir şey miydi, bir tür parodi mi? Hepsi ve başka birçok şey tartışılabilir. Lakin ‘68’in, orta sınıfların çocuklarının “sınırları araştıran” bir başkaldırısı olduğundan şüphem yok. Sonrasında da hiçbir şey öncesindeki gibi olmadı.
Ne oldu da ‘68’i yapanlar şu pısırık, konformist, renksiz, kokusuz insanlar oldular, bence üzerinde düşünülmeye değer. Ama onu düşünmeden önce, ’68’i nereye koyduğumu biraz açayım.
Kadının sosyal rolü, neredeyse on bin yıl boyunca, neredeyse bütün toplumlarda az çok aynı olmak kaydıyla donmuştu. Dünya Savaşında kadını evinden çıkarmak, ona ekstra vazifeler yüklemek zorunda kalındı. Sonrasında kadın bir daha evine sokul(a)madı. Ama kadın algısının gerçek anlamda kırılması, bence, kesinlikle ‘68’in işidir. İyi olmuştur, kötü olmuştur, bahsi diğer.
Aile kurumu, muhtemelen on bin yıldan da daha uzun süredir, az çok benzer biçimde, neredeyse bütün toplumlarda varlığını sürdürüyor ve neredeyse insanın fıtratının olmazsa olmaz bir uzantısı olarak telakki ediliyordu. Şehirleşme çekirdek aileye geçişe sebep oldu ama aile kurumunu, bir daha asla telafi edemeyeceği biçimde sakatlayan ’68 oldu.
Cinsellik ve çocuk sahibi olma güdüsü arasında, belki çok daha eski bir korelasyon vardı. Çocuk sahibi olmak gibi insanın mütemmim cüzü olarak görülen bir güdü, ‘68’le birlikte tarih oldu.
Olağanüstü muhkem, mukavim ve sosyal dokunun neredeyse hiç sorgulanmamış unsurlarından söz ediyorum. ‘68’de bu unsurlar sorgulanmadı, yıkıldı. Elbette plakalar hanidir hareket halindeydi, stres zaten birikmişti filan. Elbette az ötede iktisat, onun yanında temsili demokrasi, hemen yanında okul ve daha birçok şey enfekte olmuştu zaten. ‘68’de bütün bunlar, bu “kurumların” arkasındaki varsayımlar da hedefteydi. Ama esasen meselenin ta göbeğini, en eski olanları, en çok sınamadan geçmiş olanları, diğer bütün unsurların payandası olanları hedefe yerleştirmek, bence, son derece cüretkâr bir işti. ’68 öyle yaptı. Bunun arkasında bir bilinç, bir teori filan aramıyorum. İçgüdüsel bir şeydi bana kalırsa. Anlatı olmadan eylem. Doğrudan eylem.
Böyle bakınca, çok beyhude şeyler konuştuğumuzu düşünüyorum. Üzerine cüretkâr veya değil bütün anlatılarımızı inşa ettiğimiz, bütün kurumlarımızı yerleştirdiğimiz ne varsa, elli yıldır sallanıyor. En asli referanslarımızı kaybettik. Sözünü ettiğim referans kaybını referans olarak almadan, günümüzde olup biten hiçbir şeyi layıkıyla kavrayamayacağımızı düşünüyorum.
Avrupalıların Nişanyan’ı tiksindiren sünepeliği, belki de, yıktıklarının ölçeğinden duydukları ürküntü yüzündendir.