Adem ile Kabil

The First Mourning, William Adolphe Bouguereau, 1888.

Habil ile Kabil kıssasını biliyorsunuz, iki kardeşin her birisi Allah’a birer hediye veriyorlar ve… Sadece birininki kabul ediliyor. Sadece birine iltifat ediliyor. Sadece biri muteber oluyor.

Kıssaya yaslanarak, meselenin ekonomik olmadığının, itibar meselesi olduğunun çok eskiden idrak edilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ve “hepiniz eşit olmayacaksınız, bazıları daha muteber olacak, kimin daha muteber olacağı da Allah’ın takdiri, itibardan hissenize düşen size kâfi gelmiyorsa bile katlanın” demiş oluyor hikâyelerin en kadim olanı —veya insanın en kadim çağlarına atıfta bulunanı.

“Mesele ekonomik olsaydı daha kolaydı” demiştim geçenlerde. Ekonomik olsaydı, tabiatı daha müessir bir tarzda istismar eder, rantı daha eşit paylaşmanın yollarını bulur, meseleyi çözerdik. Mesele itibar meselesi ve itibar dediğiniz şey, tevziatını Habil ve Kabil kıssasının ima ettiği gibi ilahi bir müessesenin gerçekleştirdiği bir şey olmasa da, hikâyede ima edildiği gibi kıt. Kıtlığından daha mühim olanı, itibar imalatının yegâne kaynağı insan. Diğer insanlar. Onlar size “sen mutebersin” derlerse mutebersiniz. Demezlerse… Açsınız.

Habil ve Kabil kıssasının uydurulduğu dönemlerde de itibar kıt olmalı. Son derece sınırlı bir azınlığın, itibardan hissesini alamayan yığınlara “sakin olun, bu Allah’ın takdiri” diyerek muhtemel kalkışma potansiyellerini teskin etmekte —böylelikle de istikrarı tesis etmekte— kullandıkları devasa bir hikâyenin sadece bir anlatısından söz ediyoruz.

Zamanın oku, itibarın tevziatının yeryüzüne indiği, itibar pastasının büyüdüğü ve itibardan pay alanların oranının yükseldiği bir istikamette yol aldı. Ama neticede kıtlık ortadan kalkmadı, pasta eşit paylaşılamadı. Tevzi otoritesinin yeryüzüne inmesi, kurallı bir oyunun ortadan kalkmasına da sebep olmadı. Dinler bize “şunları şöyle yaparsanız, ümit edilir ki siz de itibardan hissenizi alacaksınız, alamazsanız da vaz geçmeyin” diyorlardı. Yapılacak olanlar ve onların nasıl yapılacağı değişse de, yeryüzündeki otoriteler de elimize bir liste ve bir reçete tutuşturdular.

Şimdiki kalkışma, “bize söz vermiştiniz, ama sözünüzü yerine getirmediniz” kalkışması. “Ben de verdiğiniz ödevi bihakkın yerine getirdim, ama hâlâ muteber değilim, ama birileri muteber, demek ki benim payımı çalıyorlar” diye hissediyor yığınlar. Onlara “tamam ama Allah’ın takdiri, siz de öteki dünyada payınızı alacaksınız” demenin de manası yok, çünkü zaten mevcut düzen meşruiyetini yeryüzünü cennet yapma vaadiyle kazanmıştı. (Tuhaf değil mi, öte yandan yeryüzünün cennet olması ihtimalini en kayıtsız ve şartsız satın almış olanlar da, yeryüzünün cennet olmamasının hesabını en şiddetle soranlar da, öbür dünyaya ve ilahi adalete en çok iman etmiş görünenler. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde.)

Mesele ekonomik olsa, çok daha kolaydı. Mesele bölgesel olsa, mesela Afrika’da hararet yükselirken Avrupa’da sükûnet daha da pekişseydi, yine daha kolaydı. Mesele baldırı çıplakların, doğuştan bir kadere mahkûm edilmişlerin arasında kalsaydı, yine daha kolaydı.

Şimdi?

Dünyanın dört bir yanında —öyle görünüyor ki— Adem Kabil’e karşı. Adamın veya kadının oğlu veya kızı kendisinden daha makbul, muteber değil. Ama adam veya kadın “batsın bu dünya” diye feryat edip dünyayı yakmayı göze alırken, posta kutusuna az çok aynı malzeme bırakılmış olan oğlu veya kızı “durun yahu ne yapıyorsunuz” diyorlar. Mesele kardeş kavgası olmadığı gibi Oedipus meselesi de değil yani, oğlanın babasını öldürmek zorunda kalması da değil. Baba oğluna kastetmiş durumda.

Bana öyle görünüyor ki, böylesi insanlık tarihinde ilk defa yaşanıyor. Çıkınımızda bu halle baş etmekte işe yarayacak bir şifalı bitki, binlerce yılda biriktirilmiş bilgelikte bugünlerde işe yarayacak bir nasihat yok.

***

Türkiye’nin kendisini dünyanın kalanından farklılaştıran şartları olduğuna itirazım yok. Ama yukarıda özetlediğim hal, öyle görünüyor ki, dünyanın sancısı. Türkiye’nin ne yaparsa yapsın makbul dünyadan aferin alamamış olmasının da tesiriyle, dünyanın kalanından daha önce burada gerçekleşmiş bir depremden söz edilebilir belki.

Türkiye ne yaparsa yapsın aferin alamadı çünkü yaptığı her şey, bütün kesimlerinin yaptığı bütün şeyler aferin almak hayaline endekslenmiş, yapmacık, özenti şeylerdi. “Biz de sizin gibiyiz bakın”lardan ibaret şeyler. Hiçbir şeyin künhüne inilemedi. Ve şimdi, bir parodinin parodisini yaşıyoruz. Erdoğan ve şürekâsı, taklidi taklit ediyorlar.

Özellikle şu Suriye fütuhatından bu yana öyle hissediyorum ki, aşırı seyreltilmiş bu Erdoğan işleri, bir nevi aşı vazifesi görüyor. Hani dün Davutoğlu’nun yapıp ettiklerine hizmet dedim ya, Erdoğan’ınki de benzer bir biçimde bir nevi hizmet sayılabilir. Bu gidişle, mesela şu Libya işi vesilesiyle, memleketi kötürüm bırakan ne varsa hepsini karikatür haline getirmiş olacaklar. Hani nasıl aşı sahici mikroplar bünyeye musallat olduğunda bağışıklık sisteminin daha kısa süre içinde reaksiyon göstermesine vesile oluyorsa, Erdoğan’ın işleri de bugüne kadar bünyeyi hasta etmiş ne varsa hepsinin artık etkisizleşmiş olmasına yol açacak/açıyor gibi hissediyorum.

Dolayısıyla Türkiye’de sahici bir muhalefetin esas tefekkür konusunun Erdoğan’ı frenlemek olmaktan çıkması gerektiğine, dünyanın baş başa kaldığı nevzuhur probleme yoğunlaşmamız gerektiğine her zamankinden daha çok inanıyorum.