Ahenk ve Diğer Şeyler
Esenboğa yolu boyunca, Gökçek’in sayısız eserine maruz kalıyorsunuz. Gerçi Ankara baştan başa Gökçek’in eserleriyle dolu galiba ama, ben şanslıyım, ancak havaalanına gidip gelirken korunaklı bölgemin dışına çıkmak zorunda kalıyorum.
Gökçek’in —çok para harcanmış, gösterişli— eserlerini tek başlarına fotoğraflasanız, çok da tuhaf görünmeyebilirler. Ama arka arkaya, yan yana maruz kaldığınızda, insanda çok yorucu bir etki bırakıyor Gökçek’in Ankara’sı. “Nedir” diye düşünürken Esenboğa yolunda, birden aklıma düştü: Ahenk kelimesini, çok uzun yıllardır duymadığımı, okumadığımı fark ettim. Bilemiyorum artık, ahenk kelimesini lügatimizden çıkardığımızdan mı her şey bu kadar ahenksiz, yoksa her şeyimiz ahenksiz olduğundan mı kelimeye ihtiyacımız kalmadı…
Ahenk kelimesinin bende bıraktığı intiba, yerine teklif edilen uyum kelimesininkinden farklı. Gerçi Gökçek’in işleri sadece ahenksiz değil, uyumsuz da… Yani bir büyük plana uydurulmuş da değiller. Öyle her biri, bir başına…
Ahenk uyumdan farklı, çünkü uyumda unsurların kendi özerklikleri yok. Uyacakları, uymak zorunda oldukları bir büyük plan var, unsurlardan önce tasarlanmış, kendisini dayatan bir büyük plan. Ama ahenk öyle değil gibi geliyor bana. Unsurlar birbirlerine uyuyorlar. “Eh, ben dünyaya böyle bir perspektif farkını abartarak baktığımdan, ben uyduruyor da olabilirim ahenk ile uyum kelimeleri arasındaki farkı” dedim kendi kendime. Belki de öyledir. Ama http://www.etimolojiturkce.com/kelime/ahenk adresinden de görüldüğü gibi, kelimenin en eski kullanımı (bir birine aheng dutarlar) çok da haksız olmayabileceğimi ima ediyor.
***
Mesele Gökçek’le sınırlı değil.
Aslında, ahenksizlik konusunda hep birlikte bir ahenk tutturmuş olduğumuz bile söylenebilir. Memleketin en zekâsız adamları, “bak AKP iktidarında ahmaklara da gazetelerde köşe verildi, böylece bir ayrımcılık daha ortadan kaldırıldı, demokrasimizin bir noksanı daha ikmal edildi” edasıyla yazıp çizen güruh, anladığım kadarıyla yine “Gezi zekâlılar” diye manşet atmış geçenlerde mesela. Yani başkalarının ahlakını, dünya tasavvurunu filan diline doluyorsun, zekâsına dil uzatmak sana mı kalmış?
Öte tarafta, “Denizlerin bayrağıyla 1 Mayıs’ta Taksim’de” filan gibi afişler. “Nedir Deniz Gezmiş’in hikâyesi” diye sordu geçenlerde yeğenim. Ne diyeceğimi bilemedim. “Hunhar bir devlet tarafından, çocuk yaşta asılmış olması” diyebildim. Yani memleketin devrimci idolünün ne teoriye, ne pratiğe tırnak ucu kadar katkısı olmadı. Şöyle üç-beş bin kişiyi peşinden sürükleyecek bir karizması da yoktu. Mesela bir Latin Amerikalı veya İtalyan devrimci idolün sahip olduğu vasıflardan bile mahrum bir idolümüz var.
Yani her şeyimiz vasıfsızlık ve ölçüsüzlükte birbiriyle ahenk içinde görünüyor. Böyle devrimci idole böyle gazete, böyle gazeteye böyle belediye başkanı…
İlber Ortaylı da Türklerin Tarihi adıyla bir söyleşi yayınlamış mesela. Kendi seçkin dostları dışındaki herkesi işine özen göstermemekle itham etmeyi sürdürmüş. De… Her vakit olduğu gibi, yayınladığı şeyi yayınlanmadan önce bir defa olsun okumaya üşenmiş yine.
Filan…
***
Eh, hanidir böyle ahenk içinde yaşayıp gidiyoruz. Sadece ölçekler çok büyüdü. Yoksa şaşırtıcı bir şey yok. Şaşırtıcı bir şey varsa, o da CHP’nin seçim stratejisi… İki sebeple şaşırtıcı: (a) Bugüne kadarkilerin hepsinden farklı ve (b) dehşetli bir uyum ihtiva ediyor. Zor kullanarak sürdürülen bir uyum.
Anladığım kadarıyla CHP Amerikalı bir gruptan danışmanlık alıyor. Bir de Ali Taran var, bildiği yegâne klişeyi CHP’ye de tatbik etmeye teşebbüs eden. İşte “Anadolu’nun Kemal’i” filanları yapan, “Gelin Oy Verin Gitsin-ler”leri icat eden… Ama Amerikalılar baskın geldi, “Gitsin-ler” kaldırıldı mesela… Yani tepede çizilmiş şema, her yere, herkese, bütün adaylara dayatılıyor. Bütün unsurlar şemaya uyduruluyor.
Amerikalılar bizim yıllardır söylediklerimizden farklı şeyler söylemiyorlar. Ama biz söyleyince kıymetli olmayanlar Amerikalılar söyleyince kıymetli oldu. İyi de oldu.
***
Şimdi CHP oylarını şöyle altı-yedi puan artırarak çıkarsa seçimden, seyreyleyin siz klişeleri. “İşte, ahali ekonomik gerekçelerle oy veriyor diyorduk, verdi emeklilere iki maaş ikramiye, aldı oyları” filan gibi klişeler şimdiden hazır. Kimse ölçmeyecek, CHP’ye oy veren emeklilerin oranında bir artış oldu mu diye.
CHP oylarını artırabilir mi? Artırabilir. Zaten bir yandan oy kazanıyor. Yeni seçmen olanlardan, şehirli orta sınıfta olup da daha önce oy vermemiş, hatta AKP’ye oy vermiş olanlardan oy kazanıyor. Ama bir yandan da MHP ve HDP’ye oy kaybediyor. Hangi akıntının ne kadar güçlü olduğunu kestiremiyorum. Ama CHP’nin net kazancı olması anlaşılabilir bir şey. Çünkü ilk defa AKP karşısında momentumu ele geçirdi. “Ben emeklilere iki maaş ikramiye vereceğim” dediğinde, tarzını değiştirdiğinde… Davutoğlu’nun “kaynak nerede” diye sorması, CHP’nin yeni kazandığı pozisyonu tahkim etti.
Yani maç, memleketin spor yorumcularının hep unuttuğunun aksine, hep iki taraflı. Sadece Fenerbahçe oynamıyor, karşısında bir de Eskişehirspor var. Eskişehirspor da bir şeyler yapıyor. Doğru yaparsa başka, yanlış yaparsa başka seyrediyor oyun. AKP yanlış yaptı. Ofansif oyundan defansif oyuna geçti. Sadece CHP’nin defanstan vazgeçip hücuma kalkması da maçın hikâyesini değiştirebilirdi ama ilaveten AKP’nin defansa geçmesi, momentumun yer değiştirmesini kolaylaştırdı.
Dolayısıyla CHP’nin oy oranı yükselirse, seçmenin iktisadi faktörlere itibar etmesinden veya klasik ideolojik tutumların derin donduruculara kaldırılmış olmasından kaynaklanmayacak. Oyunun ağırlık merkezinin kaymış olmasından kaynaklanacak. Oyunun ağırlık merkezi, hiç de iktisadi olmayan faktörlerle de sağlanabilirdi yani…
Neyse…
CHP, kendisinden hiç beklenemeyecek şeyleri, kendisinden hiç beklenmeyecek kadar uyumlu bir biçimde yaparak, memleketin ahengini bozdu. Bakalım ne olacak?