AKP’nin Çin İşkencesi

ODTÜ’nün kampusu, o günün ölçülerine göre, şehrin bir hayli dışında kalıyordu. Şehir ile okul arasındaki ulaşımı, bakımlı otobüslerden oluşan bir filo sağlardı. Pencere altlarında kırmızı beyaz bantlar olan mavi 302’leri, o dönemde Ankara’da yaşayan herkes hatırlar. 1970’lerin ortalarına kadar bu otobüslerle son derece konforlu yolculuklar yaptık. Ayakta seyahat ettiğimiz de elbette oluyordu ama ayaktaki yolcuların sayısının sekizi, onu geçtiği pek nadirdi.

Derken, artan öğrenci sayısına paralel olarak otobüs mü alınamadı, yaşlanan otobüsler seferden mi çekildi, ne olduysa oldu. Otobüsler aniden kalabalıklaşmaya başladı. Kısa süre içinde, her biri birer insan konservesi halini aldı.

Gençtik. Türkiye’nin en güzide okullarından birinde okuyorduk. Daha öğrenciyken dünyayı değiştirmeye kalkışacak kadar kendimizden emindik. Türkiye’nin istikbalinde hatırı sayılır bir yerimiz olduğundan şüphemiz yoktu. O psikoloji ile otobüslerde maruz kaldığımız şartlar arasında muazzam bir tezat vardı. Otobüslerde büyük bir saygısızlığa muhatap olduğumu hissediyordum. Bu saygısızlığa reaksiyon gösteremiyor olmak da, kendime duyduğum saygıyı erozyona uğratıyordu. Üzerine onca yatırım yapılan gençlerin kendilerine saygılarını örselemek, bana, akıl almaz bir israf olarak görünüyordu.

***

Rahmetli Özal’ın parlak yıldızlardan mamul, gösterili bir kadrosu vardı. Her biri kendi payına Başbakanlığa layık görünüyorlardı. Özal köşke çıkarken en silik görünen isimlerden biri olan Yıldırım Akbulut partinin ve hükümetin başına geldiğinde, bunun kararlı bir hal olmadığı az çok belliydi. Nitekim Akbulut, benzer şartlarda kimsenin beceremeyeceği işi becerip, partiyi kaybettiğinde kimse şaşırmadı.

Ancak koltuğu ele geçiren Yılmaz’ın işinin de kolay olmadığı, çok sıkı rakipleri olduğu düşünülüyordu. Aradan kısa bir vakit geçti. ANAP teşkilatına yönelik bir eğitim çalışması sırasında, Yılmaz’ın salona girişine şahit oldum. Uzaktan bakınca her biri devasa birer şahsiyet olarak görünen ne kadar adam varsa, ceketlerinin önünü ilikleyip, iki büklüm bir vaziyette, Yılmaz’ın yanına ilk ulaşan kişi olmak için birbirlerini dirsekleyerek yarışa girdiler.

Yanımdakilere, “bu iş bitmiş” dediğimi hatırlıyorum. Mesele sadece Yılmaz’ın onları böyle görmesi değildi. Her biri bir diğerini bu halde görüp durmaktaydı. Artık bir diğerine kendilerini kabul ettirmeleri, diğerlerinden saygı görmeleri imkânsızdı.

***

AKP, çirkin bir sürecin sonunda, aday adaylarının arasından adayları nihayet belirledi. Adayların kamuoyu nezdinde sahip olacakları itibarın, biraz da nasıl seçildiklerine bağlı olduğunu nasıl olup da akıl edemiyorlar diye hep şaşırıyorum. Neyse, kimisini tanıdığım bu insanların aşağılanmaları son buldu diye sevinmiştim.

Ama Çin işkencesi aday belirlemeyle bitmemiş. Önceki gün 550 aday teker teker medyaya tanıtıldı. Saatler süren ve esir pazarını andıran görüntülerin ardından, salonda sıra kendisine gelsin diye ve sırasını savdıktan sonra tören bitsin diye bekleyip duran adaylar, bu defa da il il, huzura çıktılar. Huzura kabule kadar bekleşip durdular.

Hayat zamandan mamul. Bu yüzden, en nefret ettiğim şey birisini bekletmektir. Kendimi, beklettiğim kişinin hayatından çalmışım gibi hissederim. Nefret ettiğim ikinci şey ise, elbette bekletilmektir. Çünkü kendi hayatımı da önemserim. Bekletildiğim zaman, bekletilmem uzadıkça, kendimi çok aşağılanmış hissederim.

Gün boyu bekleyen AKP adaylarının neler hissettiğini bilemem. Eğer umursamamışlarsa, demek ki kendilerine saygıları o kadar. Kendisine ancak bu kadar saygısı olan birinden benim beklentim de ancak ona göre olur. Yok umursamış, öfkelenmişlerse, bu süreçte aldıkları hasar, onların bundan sonraki performanslarına da yansımayacak mı?

Cemalettin N. TAŞCI

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin