Alzheimer Sertleşmeye Karşı

Aslında neler, neler yazmak istiyor gönül. Ama… “Ama”sı var işte.

Geçen gün, bir cenaze evinde, akranım sayılabilecek, ODTÜ mezunu, hayatının önemli bir bölümünü —galiba— Fransa’da yaşamış, her şeyi bilen bir hanımefendi ile tanıştım. Kendisinden ziyadesiyle istifade edememiş olmam, tamamen benim kabahatim. Yoksa o, yetmişlerden kalmış lügatiyle beni ve etrafımızdaki herkesi aydınlatmaya, ben “bunları biliyorum” edasıyla ve ses tonuyla set çekmesem, sonsuza kadar devam edecek gibiydi. Sabırlı, kararlı ve hevesli.

Ve elbette incinmiş, kırgın.

Sadece Türkiye’ye, AKP’ye rey veren şu aymaz kalabalıklara değildi kırgınlığı. Düşünsenize, insanlığın başında Alzheimer gibi bir bela var ama sertleşme problemini çözmek için harcanan kaynaklar, Alzheimer için harcananın on katı!

Neden öyle?

Çünkü kapitalizm. Yani? İnsanlar sertleşme problemlerinin çözümü ümidiyle daha çok para harcamayı göze alıyorlar ve… Kapitalizm de, işte bildiğiniz gibi, para kazanma hırsıyla, esas meseleyle değil bu tür fuzuli işlerle iştigal ediyor.

Desem ki, mesela kırk yaşında sertleşme problemi yaşayan bir erkek ve onun karısı için, kırk yıl sonra başlarına gelebilecek olan Alzheimer, yaşadıklarının yanında tali bir mesele olamaz mı! Nasıl bir surat ifadesiyle karşılaşacağım belli. İnsanın aklına böyle manasız bir mukayese nasıl gelebilir?

Halbuki soru “nasıl gelebilir” değil, “neden gelmesin” olmalı.

Neden gelmesin? Sadece acil ve yakın tehlike o olduğu için değil, sağlıklı bir cinsel hayat muhtemelen evliliğin doğru dürüst yürümesini ve dolayısıyla diğer hemen her şeyi öyle veya böyle etkilediği için, sertleşme problemi ciddi bir problem. Alzheimer için ayrılan kaynakların yetersizliğini konuşmuyoruz —yetersiz olup olmadığını, ne kadar olursa yeterli olacağını filan bilmiyoruz. Zaten meselemiz bu değil. Olmadığı, karşısına başka bir şeyin değil, sertleşme probleminin konmasından belli. Birisi zihinle alakalı, diğeri bel altıyla… Birisi, Aydınlanma aklının “insan” dediği şeyin biricik ayırıcı, yüceltilmiş vasfı, diğeri ise hayvani yanının en hayvani unsuru.

Ve Aydınlanma aklı, insanın hayvani yanını inkâr hususunda, dinlerden bile daha tahammülsüz —hatta resmen mütecaviz. Dinler, hiç değilse, insanın hayvani yanı da olan bir bütün olduğunu kabul etmiş görünüyorlar ve onu kontrol etme işini insanın kendisine tevzi etmişler. Ama Aydınlanmacıların —kendilerine sorsanız kendilerini sosyalist olarak niteleyenlerin— ise, böyle “demokratik ve ferdi” programlara itimatları yok. Alzheimer sertleşme probleminden çok daha mühim, nokta. O halde? Araştırma kaynaklarında Alzheimer’in hissesini “yukarıdan” belirleyeceksin. Neymiş öyle sertleşme için milyarlarca dolar ayırmak, alacaksın bütün o parayı, Alzheimer için harcayacaksın.

(Alzheimer için harcanan kaynakların, mesela yüzde on artırılmasıyla nasıl bir performans artışı sağlanacak, “yukarıdan” belirlenen kaynak transferleri reel bir fayda sağlıyor mu, yoksa “aha, para şuraya gitti, kuralım bir dernek malı götürelim”ler mi devreye giriyor, filan gibi mevzulara girmiyorum. Şimdilik meselem başka.)

Aydınlanma aklının mevzilerinden bakınca, önümüzde iki yol var —iki mümkün program. Ya devireceksin sistemi ve sertleşme konusunda çalışanları yallah Alzheimer araştırmaları alanına… Veya? Oturacaksın ve insanın iflah olmazlığı hakkında yazıp çizecek, konuşacak ve… Ah her şeye ben karar verseydim, her şey ne kadar güzel olacaktı ama bırakmıyorlar ki adiler… Ne güzel olacaktı her şey, insanların önemli bir bölümü, gencecik yaşlarında, hayata dair en kıymetli şeylerinden birinden mahrum kalmışlar ama yaşlandıklarında Alzheimer riski bilmem kaç puan düşmüş…

Hayatla alakaları yok. Hayatı sevmiyorlar da zaten. Aklı seviyorlar. Akıl dedikleri, akıl zannettikleri şeyi.

Ama benim zihnimi esas kurcalayan mevzu başka. Bir insan Alzheimer’in sertleşmeden daha mühim, çok daha mühim olduğuna hükmedebilir, bir itirazım yok. Ama kendi hükmünün “doğru” ve “yanılmaz” olduğundan nasıl bu kadar emin olabilir? Kendi hükmünün yaygın olarak paylaşılan bir hüküm olmadığını gördüğü anda, “hepiniz çöpsünüz, ben doğrusunu biliyorum” küstahlığını bu kadar fütursuzca sergileyebilmeyi sağlayan “şey” ne?

Dahası da var…

Bahse konu olan ve insanlık için, insanlığın “altta kalmış” kesimleri için kendilerini heder ettiklerini düşünen aynı malum zevat, o altta kalmışlardan biri çıkıp “ama benim problemim sertleşme” dediğinde, “sen bilmezsin senin derdini, derdinin ne olduğunu da ben biliyorum” demiş oluyorlar. Ve bu tutum, bence, mesela kapitalist fabrikatörün o aynı adama yaptığından çok daha büyük bir aşağılama. Çok daha büyük bir adilik. Dünyanın dört bir yanında geniş yığınlar, “benim fabrikamda çalışacaksın, yarattığın değerin şu kadarına el koyacağım” diyenlerden çok, “senin derdini sen bilmezsin, ben bilirim” diyenlere diş biliyorlar.

Ve dahanın dahası da var.

Her şeyi bildiklerini düşünen malum zevat, hiçbir şey bilmiyorlar. Merakları yok, öğrenmeye de çalışmıyorlar. Ellerinde hiçbir kapıyı açmamış, her kapıda denenmiş ama hiçbir işe yaramamış bir anahtar… O anahtarın hiçbir kapıyı açmamış olması umurlarında bile değil. Anahtar güzel, o halde kapılar boktan. Bütün tarih boyunca, bütün kapılar boktandı. İnsanlık, uzun tarihi boyunca, zenginliği üretmek ve onu nispeten makul bir biçimde üleşmek için şu kadar mesafe almış, umurlarında değil. Şurada filanca kişi, şu kadar manasız bir biçimde, şu kadar para kazanıyormuş… Aman Allah’ım, kıyamet! Hiç mi aklı yok bu insanlığın? Filan.

E ama Alzheimer nevzuhur bir rahatsızlık değil, hep vardı. Mesele şu ki, eskiden insanların çoğu, Alzheimer olacak kadar yaşayamıyordu ve rahatsızlık bu kadar yaygın değildi. Şimdi çok daha uzun yaşıyoruz, neden? Bahse konu olan hanımefendilerin, beyefendilerin midelerini bulandıran süreçlerde, midelerini bulandıran insanlar, iyi ki onlara neyi nasıl yapmaları gerektiğini sormadan, nesiller boyu tırmalayıp durdular da o sayede…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et