Ant İçirmek, Süt İçirmek
1993’te Cumhurbaşkanı olur olmaz, Demirel rektörlerden memleketin eğitimi hakkında birer rapor istedi. Yılmaz Büyükerşen’in raporunun video formatında olmasına karar verdik. Anadolu Üniversitesine yakışan buydu. Çağ değişiyordu ve artık yeni iletişim teknolojilerinin kullanılması gerekiyordu. Sonradan anlaşıldı ki, çağ değişse de Demirel aynıydı. İlle de kâğıt üzerinde bir şeyler istemişti. Biz de videonun senaryosunu kâğıda döküp yollamıştık.
O videonun ana fikirlerinden biri, eğitim talebini meslek edinme talebine indirgemenin yanıltıcı olduğu idi. Aslında ortada dişe dokunur bir eğitim talebi de yoktu. Buna mukabil, muazzam bir diploma talebi vardı. Çünkü diploma, içe sinecek bir izdivaçtan, terfi edebilmeye, askerliği daha iyi şartlarda yapabilmeye kadar bir yığın kapıyı açan maymuncuktu. Meseleye muhayyel bir eğitim talebi penceresinden bakınca görünmeyen bir yığın teferruat…
Hemen ahaliye giydirmeye başlamayın, bu hal sadece Türkiye’ye has bir hal değil. Bizde çok belirgin, evet. Çünkü Türkiye’de sosyal sınıflar arasında olağanüstü bir geçirgenlik var. Diploma sizi sırtına alıp sırat köprüsünden geçirebiliyor.
***
Şimdi herkesin eğitimi fena halde kutsallaştırdığına aldanmayın, Batı âleminin hemen bütün toplumlarında zorunlu öğretim ciddi dirençle karşılaştı. Türkiye’deki ile kıyaslanmayacak kadar yoğun bir dirençle… Dolayısıyla, özellikle zorunlu öğretim kurumlarının varoluş sebebini, o okullarda öğrenim görenlerin ihtiyaç ve taleplerinden yola çıkarak deşifre etmeye çalışmak, beyhude bir iş. Zorunlu öğretim, öğretimi üreten kurumun ihtiyaç ve taleplerinden yola çıkarak ancak anlaşılabilir. Yani devletin…
Okulun asli hedefleri arasında, okuma yazmayı ve temel aritmetik becerilerini öğrenmeniz de var. Bunlar sizin de işinize yarar ama devletin derdi başka. Ancak bunları bilirseniz şehirli olabilir, atomize edilebilirsiniz. Yani sizin gibi birini problemsizce ikame edebilmeniz, yerinizin problemsizce doldurulabilmesi için gereken asgari şartlar bunlar.
Okulda yürütülen faaliyetlerin kalanı, ağırlıklı olarak endoktrinasyondur. Sadece Türkiye’de değil, her yerde. Mesela Finlilerin bilime yaptığı ciddi bir katkıyı siz bilmezsiniz. Ama Fin müfredatından geçen ortalama bir öğrenci, eğer Finliler olmasaydı bilimin eksik kalacağından şüphe etmeyecek hale gelir.
Kimileri daha rafine, kimileri daha kaba saba olabilir ama bütün dünyanın bütün okullarının temel varoluş sebebi, endoktrine etmek, vatandaş yetiştirmektir. Bunun hoş bir şey olduğunu söylemiyorum. Her sabah manasız bir andı tekrarlayıp duranlar veya sınıflarda manasız bir tarih öğrenenler sadece bizim çocuklarımız değil, onu söylüyorum.
***
Kaldı ki anda veya müfredata takılmanın da manası yok. Okul bir teknoloji. Eğitimin fabrikası. Eğitimin seri halde üretilmesini sağlıyor. “Çekici olana her şey çividir” demiş ya McLuhan, okul da bir nevi çekiç. Yapabileceği iş belli, onu yapıyor. Asıl işi —müfredat filan değil— okulun strüktürü yapıyor.
Mesela ant içirmek yerine süt içirmek teklifi de ancak okullandırılmış bir zihne düşebilir. Ancak okulda öğrenebilir insan, kavramların bir hiyerarşisi olabileceğini. Ancak okul öğretebilir, alakasız düzlemlerin birbirini ikame edebileceğini.
Türkiye okullarında içirilen ant bence de ucube bir şey. Tehlikeli de… Ama her çocuğa süt içirmeye soyunmuş okul (veya devlet), daha tehlikeli olabilir. Edayı tahmin etmek zor değil. Diploma mukabilinde okullandırılmış ve büyük bir saatin bir dişlisi olmayı içine sindirebilmiş anne mukallitleri gibi davranacaktır okul. İşten, alışverişten çocuğuna şefkat göstermeye vakti ve takati kalmamış bir anne gibi, gerekirse çocuğun burnunu sıkarak zorla içirecektir sütü. Şefkati sütle ikame etmeye yeltenecektir.
Ortam mesajın ta kendisidir. Mevcut okul teknolojisinin ortamında, ister ant içirin, ister süt, fark etmez.
Cemalettin N. TAŞCI