Huzur Batıda (?)
Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında Edebali Osman’a Konya’ya gitmeyi telkin eder. Konya’da otorite boşluğu doğmuş, Anadolu’nun bütün beyleri boşluktan faydalanma ümidiyle Konya’ya üşüşmüştür. Osman “ben batıya gideceğim” der.
Kayınpeder ile damat arasında hakikatte böyle bir diyalog geçmiş olması gerekmiyor. Ama gerçekte de Osman batıya yöneldi. (Osman’ın torunlarının serencamı, fırsat denen şeyin ilk bakışta sizin onu apaçık gördüğünüz yerde değil, tam aksi istikamette olabileceğinin en hoş delillerinden biri. Ama şimdilik derdim bu değil.) Osman batıya yönelen ilk aktör de değildi. Ataları da, nesiller boyu, istikballerini hep batıda, daha batıda aradılar. Osman’ınki sadece daha da batıya yönelmekten ibaretti.
Şuna işaret etmek istiyorum: Cumhuriyet’in batıya yönelmesi yeni bir icat filan değil. Zaten bakiyesi olduğu imparatorluk bir Avrupa gücüydü ve tarihi boyunca ağırlığını taşıyan ayağı hep Avrupa’daki ayağıydı.
Ama…
Avrupa’ya yönelmek ayrı şey, Avrupalı olmak ayrı… Türkiye Ortadoğu’da. Değilmiş gibi yapmak, gündüz vakti gözlerini kapayıp geceymiş gibi davranmaktan farksız.
***
Şunu da not etmek gerekiyor: Avrupa dediğiniz şey de aslında Kuzey Avrupa’dan ibaret. Yoksa Akdeniz de çoktandır Ortadoğu ile aynı kültürel coğrafyanın bir parçası. Siyasi haritalarda Napoli hanidir Milano ile aynı renkle boyanıyor ama Milano’dan çok İzmir’i, Atina’yı, Beyrut’u, Kahire’yi andırıyor.
Şimdi, anlaşılan o ki, Milanolular Napolililere yukarıdan bakıp, onları aşağılıyorlar. Ama sadece üç yüzyıl önce Milano Napoli’nin yanında köy gibi kalıyordu. Şimdi Berlin’den Atina’ya buyruklar yağdırılıyor olabilir ama üç yüzyıl önce Berlinliler için Atina erişilemez bir konumdaydı.
“E canım üç yüzyıl önce öyle olabilir ama şimdi her şey tersine döndü” denebilir ve deniyor da… Elbette öyle. Ama eğer Kuzey Avrupa’da inşa edilip, üç yüzyıl boyunca dünyanın en ücralarına ihraç edilen dünya kavrayışının nihai kavram haritası olduğunu kabul ederseniz bunun bir manası var. Aksi halde, eğer Kuzey Avrupa medeniyetini insanlığın uzun macerasında bir safha olarak görürseniz, mevcut eğilimlerin analizi üzerinden pekâlâ mutabık kalabiliriz ki, Kuzey Avrupa Çağı kapanıyor.
Eee? Şimdi doğuya gitme zamanı mı geldi yani?
Öyle bir şey demiyorum. Sadece şunu söyleyip duruyorum: Kuzey Avrupalılar “hele önce bir Akdenizlileşelim, sonra da bir sonraki safhaya geçelim” filan demediler. Evrim öyle işlemiyor. Ne biyolojik türler için ve ne de sosyolojik olarak. Dolayısıyla, Kuzey Avrupa’dan alınacak bir ilham yok. Çünkü zaten kendisi kendi ilhamını kaybetti.
Şimdi, doğunun içlerinden batıya kadar gelmiş olan Mevlana’nın tabiriyle, “yeni şeyler söylemek lazım”.
***
Meselenin günümüzle alakası şurada: Kuzey Avrupa —dünyanın direksiyonuna geçiş süreci olan— 17 Yüzyıl boyunca, tarihinin en kanlı, en sancılı dönemini yaşadı. Bugün hepimizi derinden sarsan Suruç katliamı türünden olaylar, tıpkı şimdi bu coğrafyada olduğu gibi, vaka-i adiyedendi. Muhtemelen o dönemde Avrupa’da da “biz bu işi beceremiyoruz, ama Osmanlı coğrafyasında nizam var, zenginlik var” diyenler vardı. Onlar yapmadılar Kuzey Avrupa’yı. Descartes’ler, Erasmus’lar yaptılar. Yani yeni şeyler söyleyenler…
Söyledikleri doğru olduğundan da değil… Doğru olmadığını bugün biliyoruz en azından. Söyledikleri yeni olduğundan mı? Evet yeniydi ve o yüzden işe yaradı. Ama bu, her yeni lafın işe yarayacağı manasına da gelmiyor. Mesele şu ki, Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik’te de işaret ettiği gibi, Kuzey Avrupa’da her kafadan bir sesin çıkması için uygun bir siyasi dağınıklık vardı. Bir yığın yeni şey söylendi. Bir bölümü işe yarar bir paket halinde paketlenebildi.
Neticede, Osman’ın “ben batıya gideceğim” dediği dönem de, Mevlana, Hacıbektaş ve Yunus’un yaşadığı dönemin hemen sonrasıydı. Yani Anadolu’nun siyasi olarak aşırı parçalandığı bir dönem.
***
Yani şöyle görünüyor: Tek merkezin her şeye hâkim olduğu emniyetli ve konforlu dönemlerde yeni bir şey söylemek pek kabil olmuyor. Eğer söyleniyorsa, kimsenin kulağına erişmiyor. Sonra —anlaşılır sebeplerle— merkezkaç eğilimler güç kazanıyor. Emniyetsiz ve konforsuz bir dönem geliyor. Ama sağdan soldan tuhaf fikirler dile getirmek de mümkün olmaya başlıyor.
Faz değişimleri böyle gerçekleşiyor. Öyle pürüzsüz, yumuşak, okullu bir biçimde öğrenilemiyor bazı şeyler. Sokakta, dövüşerek öğrenilebiliyor öğrenmeye değer olan şeyler.
***
IŞİD denen garabet, öyle yeni şeyler söylenmesine imkân verecek bir teşkilat değil. Kendisi de yeni bir şey söylüyor değil. Kandil’in de IŞİD’den çok farkı yok, arkaik bir milliyetçilik ve arkaik bir sosyalizmin arkaik bir sentezinden gayrı bir söze müsamaha göstereceğine dair bir işaret de yok. Saray derseniz, hepsinden fena. Gezi memleketin üzerine çökmüş emniyet ve konfor arayışı fanusunu çatlatalı, hanidir toprak altında vaktini bekliyormuş gibi duran arkaik sosyalist akranlarım da başlarını çıkarmaya başladılar. Onları tanıyorum, yeni olan herhangi bir şeye tahammül edemezler. Öğrenecekleri şey yoktur, zaten bilirler.
Ama dert değil.
Her biri tavizsiz ve öğrenmeye kapalı bu tarafların çatıştığı şartlarda, öyle veya böyle, öğrenmeye açık olanlar bir şeyler öğrenecek. Yeni sözler söylenecek. Bugün sahada birbirini —ve suçsuz günahsız birçok insanı— kıran bu güruhların hepsinin ortak paydasını o vakit göreceksiniz: Hepsi, hep bir ağızdan, söylenen yeni şeyleri lanetleyecekler.
Sonra?
Sonra bu coğrafyadan insanlığın bir sonraki fazı zuhur edecek. Büyük ihtimalle öyle olacak.
Sonra?
Daha da sonra, yine bir huzur, bir emniyet, bir konfor çökecek bu coğrafyaya. Dünyanın başka yerlerinde kıpırdanmalar başlayacak.