Benim Fidel’im
Peşinen söyleyeyim, ölmüş bir adamın ardından güzellemeler okumak hevesindeyseniz, yanlış yerdesiniz.
Castro, zulme karşı hayatını ortaya koymuş bir gençti herhalde. 23 yaşında mahkeme huzurunda “siz beni mahkûm edin, tarih beni haklı çıkaracaktır” diye kükrerken samimi olduğundan şüphe etmeme hiç sebep yok.
Tarih, ne kadar güçlü görünseler de Firavunların, kendilerine karşı direnen Musalardan daha güçsüz olduğunu bir defa daha gösterdi —bu anlamda bakarsak tarih Castro’yu haklı çıkardı. Mesele şu ki Castro tarihe borçlu kalmadı, o da tarihi haklı çıkardı. Yola Musa olarak çıkan herkesin, aslında bir başka Firavun olduğunu bir defa daha teyit etti. Yıktığından daha iyisini yapamadı.
***
Aydın Engin Cumhuriyet’te (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/636526/Bebegim_Fidel_sutu_emdi_benim….html), Uganda’daki bir kadının Castro tarafından yapılan yardımlarla bebeğini emzirdiğini anlatıyor. Hiç şüphem yok ki, şimdilerde gitse, Erdoğan sayesinde temiz su içebildiğini anlatan Afrikalılara da denk gelecek. Küba sokaklarını arşınlarken yaptığı gözlemleri anlatıyor. Dökülen evlerinde dans eden kadınlar görmüş ve sosyalizm yolunda mesafe kat edildiği neticesine varmış. Ben bağlantıyı kuramadım ama herhalde dansın coşkusu kendisini etkilemiş. Anadolu şehirlerine giderse, İslam yolunda kat edilen mesafenin coşkusuyla kendinden geçmiş insanlardan bol miktarda bulabilir. Netice itibariyle, Anadolu şehirlerinde kendilerinden geçen insanlar da, tastamam Castrocu Kübalılar gibi, emperyalizme, emperyalizmin adaletsizliğine, dünyanın firavunluk düzenine karşı kendilerini feda etmenin coşkusunu yaşıyorlar. İnanmayan gider bakar.
Bu mudur?
Hikmet Çetinkaya, sanki böyle benzerlikler kurulabileceğinden endişe etmiş gibi, baştan tedbirini alıyor (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/636519/Hey_Fidel….html): “Devlet gücünü eline geçiren Castro iktidarı, kendisine ters düşen veya her alanda kendisi gibi düşünmeyen sanatçılara, aydınlara, bilim insanlarına karşı nasıl davranacak” sorusu tartışmalara yol açmış. Hâlâ da tartışılıyormuş. Castro noktayı koymuş: “Devrim, gerçek durumu kavramalı ve devrimci olmayan bütün sanatçı, yazar, aydın, bilim insanlarını devrimde çalışacakları ve yaratacakları bir yer; devrimci olmamalarına karşın yaratıcı ruhlarını ortaya koyacak fırsat ve özgürlük bulmalarına olanak tanınmalıdır.”
Ee?
Castro öyle demiş. Peki, yapmış mı? Erdoğan da benzer laflar etti, ediyor. Laflarına baksak, cennette yaşıyoruz ama kıymetini bilmiyoruz.
Son bir alıntı da Melih Altınok’tan (http://www.sabah.com.tr/yazarlar/melihaltinok/2016/11/27/buradakilere-bakip-castroyu-gommeyin). Castro yerelliğini yitirmeyen bir vatansevermiş. Arkasında güçlü bir halk desteği olduğu halde müesses nizam —dayatmalarına boyun eğmeyen bir asi olduğu için— onu diktatör ilan etmiş, filan. Böyle uzuyor gidiyor ve Erdoğan’ın Küba ziyareti sırasında oğul Castro’ya “iki devrimci olarak oturuyoruz” deyişiyle bitiyor.
Göründüğü kadarıyla Altınok, diğerlerinden daha namuslu görünüyor. Castrocuymuş, şimdi Erdoğancı olmuş. İkisinin aynı olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Ki bence ikisi de aynı.
***
İkisi de aynı. İkisi de, gücünü haklılığından alan bir isyan dalgasının üzerine bindikten sonra, kendilerinin haklılığını konsolide ettikleri güce yaslayan düzenler kurdular. Musa olarak yola çıktılar ve firavun oldular.
Küba sokaklarında, başlarını sokacak bir dam bulmuş, döküntü evlerinin çürüyen pervazlarına tahtalar çakmış Kübalı kadınlar gibi, Anadolu’da da başını sokacak bir dam ancak bulabilen birileri, Reisleri için gerekirse ölmeyi göze alıyorlar. Küba’da herkes o kadınların standardında yaşamıyor, Türkiye’de de öyle… Küba’da herkes hayatından memnun değil, Türkiye’de de öyle. Küba’da hayatından memnun olmayanların bunu beyan etmesi daha derin memnuniyetsizlikler için kâfi, Türkiye’de de öyle.
Her şeyden önce Küba, Castro yönetiminde geçirdiği onca yıl içinde, dişe dokunur hiçbir şey yapmadı. Dünyadan izole biçimde, Sovyetlerin mali ve askeri desteğiyle, bir tür sosyalizm müzesi olarak hayatta kaldı. Pekin’de gezerken mihmandar, yoksul Pekinlilerin nasıl yaşadığını görmek isteyip istemediğimizi sordu. Merakla, istediğimizi söyledik. Bizi, insanların çektiği araçlarla bir mahalleye götürdüler. Tiksindirici bir tecrübeydi. Yaşanan sefalet o kadar tiksindirici değildi —şahit olmaya katlanılabilirdi. O sefaletin turistik bir malzeme olsun diye korunuyor olması tiksindiriciydi. O mahalle Pekin için neyse, Küba da dünya için oydu. Ve Castro da o müzenin bekçisi…
Küba uzun bir dönem boyunca dişe dokunur hiçbir şey üretmedi. Üretmeli miydi? Bilemem. Ama Afrika’ya gösterilen göstermelik alaka, işte Erdoğan’ın bile aklına gelebiliyor. Küba’da alternatif tıp konusunda bir kıvılcım, gecikmeli olarak su yüzüne çıktı. Endüstriyel tıbbın açmazları dikkate alınacak olursa, tıbbın endüstrileşemediği her yerde beklenebilecek bir şeydi. Akıbeti ne olacak bilemem ama bizde o bile mümkün değil.
***
Kör ölür badem gözlü olur. Castro, ölmeden önce de badem gözlüydü, hakkını teslim edelim. Altınok her ne derse desin, bütün dünya Castro’nun gözünün içine bakıyordu. Küba’nın bir müze olarak kalması, sadece onu bir kutup yıldızı olarak görenler için değil, daha çok Küba’nın temsil ettiği her şeye karşı olanlar için kıymetliydi. El birliğiyle muhafaza ettiler.
Temelde meselemiz, Castro’nun karşı çıkıp yıktığı zulüm düzeni ile Castro’nun inşa ettiği zulüm düzeni arasında tercih yapmak değil. Daha fazlasını yapabiliriz. Daha fazlasını yapabileceğimiz aklımıza gelmesin diye Küba lazımdı. Küba’da romantik ve nostaljik hayaller konsantre edilmişti, karşıda da zenginlik… Kimimiz Küba müzesinde sergilenen hayallerin peşinden sürüklenirken, kimimiz de oradaki yoksulluktan —ama daha çok yoksunluktan— kaçıp, ötekilerin kucağına oturmaya gönüllü olduk Küba sayesinde. (Erdoğan ve Castro arasındaki benzerlik de buraya kadar zaten, çünkü Türkiye’yi dünyada zulme karşı olanların gözlerini dikeceği bir ada yapmaya aklı ermiyor Erdoğan’ın, Castro’nun aksine.)
Daha fazlasını yapabiliriz. Hem daha adil bir dünya hayallerin kurulabildiği, hem de bu hayallerin gerçekleştirilebildiği bir dünya kurabiliriz. Ama önce adalet derken neyi kastettiğimiz konusunda biraz kafa yormamız gerekiyor galiba.