Berktay’ın Cengi

Halil Berktay ibretlik bir yazı yazmış. Anladığım kadarıyla hanidir sürdürdüğü “kendi gençliğiyle hesaplaşma” sürecinin dışavurumunun yeni bir parçası.
İnançlı insanlardan müteşekkil bir çevrede büyüdüm. Sıklıkla dinlediğim sayısız menkıbeden pek çoğunun ortak bir izleği vardı. İşte, iki kardeşin biri mütemadiyen ibadet edermiş de öteki sefih bir hayat yaşarmış. Birincisi son nefesinde Allah’ı inkâr edip cehenneme giderken ikincisi son nefesinde içten bir “Lailaheillallah” demiş, cennete gitmiş, filan. Bu menkıbeleri bize niye anlattıkları aşikârdı. Kimseyi yargılamaya, kimse hakkında hüküm vermeye hakkımız olmadığını anlatmaya çalışıyorlardı. Bahsettiğim menkıbelerin bende bıraktığı iz ise, az çok şöyle bir şeydi: Yarın, bugün olduğumdan farklı biri olacağım, umarım daha “doğru” biri olurum.
Menkıbeyi bana anlatıp duranların “doğru”su ile mekteplerde öğretilen “doğru”, pek de aynı şeylermiş gibi görünmüyordu. Bu arada, mekteplerde fevkalade muteber biriydim. Kendi çevremde de hoş tutulan bir çocuktum ama görünen oydu ki, gelecek, mekteplerin “doğru”sundaydı. Dahası, mekteplerin doğrusunu akranlarıma kıyasla daha maharetle yönetebiliyormuşum gibi de görünüyordu. Çevremin dünya tasavvuruna bakarsak, yarın daha doğru bir noktada olacağımın “garantisi” yoktu. Hâlbuki mekteplerin ima ettiği dünyada, “doğru bir yol” vardı ve onu takip edersem yarın daha doğru biri olacağım kesindi. Muhtemelen kesinliği sevdiğimden değil, doğru bir yolu istikrarlı bir biçimde izlemek konusunda akranlarıma kıyasla kendime daha çok güvendiğimden… Mekteplerin dünya tasavvuru işime geliyordu.
İşaret etmek istediğim husus herhalde bellidir, ortada bir “doğru” olduğundan, onun bilinebilir ve hatta uygulanabilir olduğundan şüphe etmeden büyüdüm. Soru, hangi tarafın doğrusunun doğru olduğunda düğümleniyordu. Ve her iki durumda da devasa bir delik vardı. Yarın, bugün olduğumdan farklı biri olacağım hususunda her iki taraf da hemfikirdi. Demek ki, yarın bugünkünden daha doğru olabilirsem, üstüme düşeni de yapmış olacaktım. Bugün “yeterince” doğru olmamış olmam, dert değildi.
Dolayısıyla…
Berktay’ı bugün kasıp duran hususlardan azade büyüdüm.
İki dünya tasavvurunun arasında başka bir ciddi fark olduğunu idrak etmem yıllarımı aldı. Çevremin bana empoze ettiği tasavvurda, özne de bendim, nesne de… Mesele kendimi doğrultmakla sınırlıydı. Hâlbuki mekteplerde öğrendiğim “doğru”, nesnel bir şeydi. Dünyayı düzene sokmakla, doğrultmakla alakalı bir husustu. Doğru bir dünya kurmak ve o doğru dünyada doğru bir koordinata yerleşmek gibi bir mesele vardı. Yani mesele Berktay’ın sözünü ettiğinin aksine, sadece determinizmden kaynaklanmıyor. Ve üstelik determinizme eklenen sadece nesnellik de değil, indirgenebilir, lineer (ve kim bilir başka ne türlü vasıflara sahip) bir dünya o.
Berktay’ın kendisini yıllar sonra huzursuz edecek tercihleri yaptığı dönemde/yaşlarda, ben, onun yıllar sonra yaşayacağı açmazları yaşadım, böyle iki dünyanın arasında kaldım. Her şeyin olduğundan çok başka türlü olabilir olduğunu (âlemin deterministik olmadığını), benim herhangi bir tercihimin olacak olanın şu değil de bu olmasına yol açabileceğini (küçücük bir farkın bile büyük ölçekli neticeleri olabileceğini, yani âlemin lineer olmadığını) filan, yirmilerimi bitirmeden idrak ettim.
Esas mesele ise durduğu yerde duruyordu. Yarın, bugünkünden farklı biri olacağım kesin ise, sonraki gün de yarınkinden farklı biri olacağım kesin. Ve ben ne yarın nasıl biri olacağımı ve ne de daha sonra nasıl biri olacağımı bilmiyorum. Yani bugün karşı karşıya kaldığım bir karar problemi bugün değil de yarın karşıma çıksaydı, farklı bir tercih yapacaktım. Ama bugün karşıma çıktı. Beklemedi beni. Bekleseydi, öbür günü de beklemesi gerekecekti. Filan.
Uzatmayayım, seçimlerimizde özgürüz. Özgürlük Platonik bir şey değil. Yani bütün seçenekler eşit derecede erişilebilir değil hiçbirimiz için. Yirmi yıl önce doğmuş olsaydım, ODTÜ’de okuma şansım olmayacaktı, çünkü ODTÜ olmayacaktı. ODTÜ’de okumayı matah bir şey olarak gördüğüm düşünülmesin, seçeneklerin bizden bağımsız olarak çoğalıp azaldıklarına işaret etmek istiyorum. Ama her birimiz, her an, yeterince geniş bir seçenekler havuzuna sahibiz. O havuzdan seçim yapmakta özgürüz. Özgürlük o kadar bir şey ve o kadarı da yeterince büyük, kutsal.
Seçtiklerimiz, bir sonraki çatallanma (bifurcation) noktasında nasıl bir seçenekler havuzuna sahip olacağımızı etkiliyor. Dolayısıyla, bir manada, her birimiz bir tür saban izinin içindeyiz. Ama her saban izi de çatallanıp duruyor.
Âlemin böyle bir dokusu olduğunu, adını koyamamış olsam da, genç yaşta kabul ettim. Ve… Bütün “doğru”lar tedavülden kalktı. Beni yargılayacak, benim hakkımda hüküm verecek bütün otoriteler… İnsanın kendisinden başka hiçbir otorite olmadığını ve “her şeyin” değilse de olağanüstü çok sayıda şeyin mümkün olduğu bir âlemde “surf” yapıyor olduğunu idrak etmesi… Bir bakıma çok ağır bir yük —kendinizi nesnel bir takım değer yargılarıyla ölçmekte ısrar ederseniz. Ama determinizm, lineerlik, indirgemecilik gibi lüzumsuz şeylerin yanı sıra nesnelliği de küpeşteden atarsanız… Çok özgürleştirici olabiliyor. “Doğru bildiğimi yaptım, doğru değilmiş, ‘öğrendim’. Aferin bana.”
Son tahlilde…
“Doğru” diye bir şey yok. Yarın, bugün olduğumdan daha “doğru” olma şansım da yok. Ama daha “güzel” olabilirim. Güzel olanı doğru olandan ayıran, en azından iki fark var. (a) Birbirinden çok farklı iki şey güzel olabilir, güzel “biricik” değil yani. (b) Ve güzel olanı belirleyen özne matematik veya benzeri “nesnel” büyücüler değil , “diğer insanlar”.
Ben Berktay’ın yerine olsaydım yani, “gençken doğru mu yaptım” diye sormazdım, “güzel olanı mı yaptım” diye sorardım. “Yakışanı, bana yakışanı yaptım mı?” Soruyu değiştirse ne cevap verirdi, bilemem. Yazdıklarından anladığım kadarıyla meselesi, soruyu değiştiremeyecek olmasından kaynaklanıyor. Galiba kendisinin de bir yerde ifade ettiği gibi, hâlâ bir 19. Yüzyıl insanı o. 19. Yüzyıl ruhunun muhtelif hastalıklarıyla dövüşe dövüşe — kendisini kurban ederek— 19. Yüzyıl ruhunu temizlemeye çalışıyor.
Ne diyeyim, kolay gelsin.