Beşiktaş, Fenerbahçe, Gül ve Erdoğan

3 Mayıs 2009’da İnönü Stadında Beşiktaş Fenerbahçe’yi misafir edecekti. Ligin 30. Hafta maçıydı ve maçtan önceki puan sıralaması şöyleydi: Sivasspor 60, Beşiktaş 59, Trabzonspor 53, Galatasaray 52, Fenerbahçe ve Bursaspor 48. Lig maçından tam on gün sonra, iki takım İzmir’de Kupa finalinde karşılaşacaklardı.

Beşiktaş beş sezonu şampiyonluk göremeden, Fenerbahçe ise tam yirmi beş sezonu Kupa Şampiyonu olamadan geçirmişti. Dolayısıyla iki takımın ligde yapacağı maç Beşiktaş için, kupada yapacağı maç da ligde iddiası kalmamış, Avrupa’ya gitmeyi garantilemek için kupaya ihtiyacı olan Fenerbahçe için son derece mühimdi.

İki takım açısından optimum çözüm son derece aşikardı. Ligdeki maçı Beşiktaş kazanacak, buna mukabil Kupa finalini Fenerbahçe alacak, herkes —yani her iki taraf da— mutlu olacaktı.

Öyle olmadı.

Ligde Fenerbahçe, İnönü’de Beşiktaş’ı 2-1 yendi. On gün sonra Beşiktaş İzmir’de Fenerbahçe’yi 4-2 yendi.

Bütün bunlar sadece beş yıl önce yaşandı. Türkiye’de yaşandı. Şimdi pek hatırlanmıyor, ahaliyi balık hafızalı olmakla itham edenler hatırlamıyor ama o tarihlerde lig maçını Beşiktaş’ın, Kupa finalini ise Fenerbahçe’nin alacağından neredeyse kimsenin şüphesi yoktu. Beşiktaş ve Fenerbahçe’nin kendi kazançlarını maksimize etmesinden hiç memnun olmayabilecek olan Galatasaraylısı, Trabzonsporlusu, özellikle de Sivassporlusu bile maçların böyle paylaşılmış olacağından emindi ve itiraz edecek bir hal de göremiyorlardı. Maçlar daha oynanmadan neticeye bağlanmış gibi yazılıyor, çiziliyordu.

Yanıldılar.

Şimdi, aradan sadece beş yıl geçtikten sonra, yarınki Beşiktaş – Fenerbahçe maçı için benzer yorumlar yapmalarına mani olmuyor yanılmış olmaları. Fenerbahçe’nin Galatasaray’a zarar verebilmek için Beşiktaş’a yatacağını söylüyorlar. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu Olimpiyat Stadında, Beşiktaş seyircisi önünde ilan etmektense, Rizespor maçında kendi seyircilerinin önünde ilan etmeyi tercih edeceği gibi akıllıca gerekçeler gösteriyorlar.

Yarınki maçı Beşiktaş kazanırsa “gördünüz mü bak” diyecekler. Fenerbahçe kazanırsa, gelecek sezonlarda benzer senaryolar yazmalarına mani olmayacak maçın neticesi. Nasıl 2008-09 sezonunda on gün arayla oynanan iki maç bugün benzer senaryolar yazmaya mani olmuyorsa.

•••

Doğrusal olmayan sistemlerde global optimum ve lokal optimum diye iki ayrı kavram var. Yakın/aday çözümler içinde en iyi olan çözüme lokal optimum diyoruz. Bütün mümkün çözümler içinde en iyi olanaysa global optimum…

Futbol ligi gibi sistemler, bütün gerçek sistemler gibi, doğrusal olmayan sistemler arasında yer alır. Lokal optimum eğer yeterince iyiyse, yani küçük tedirginlikler (disturbance) yakın alternatiflerine kıyasla onu hâlâ tercihe şayan kılıyorsa, sistem lokal optimumda kalır. Global optimum ise zaten, bütün gerçek sistemler için bir hayalden ibaret. Çünkü bütün mümkün çözümler hakkında bilgi sahibi olmamız ihtimal dışı. Yine de 2008-09 sezonunun 30. haftası geldiğinde, en azından Beşiktaş ve Fenerbahçe açısından, global optimum ile lokal optimum üst üste çakışmıştı. Öyle ki, bu kadar üst üste çakışmaya çok nadir rastlanabilirdi.

Yine de beklenen olmadı. Çünkü gerçek sistemler doğrusal değiller ama tek vasıfları doğrusal olmamaları da değil. Gerçek sistemlerin hepsi kompleks sistemler. Kompleks sistemlerin birçok özelliği var, biri de mesela oyuncu tabanlı olmaları. Beşiktaş, Fenerbahçe gibi büyük ölçekli kudret odakları ile kıyaslandıklarında inisiyatifleri son derece önemsiz görünen Guiza gibi, Semih gibi, Volkan gibi birçok oyuncunun hamleleri tayin ediyor sistemin davranışını.

Türkiye, tarihinin en enteresan seçimlerinden birine gidiyor. Tarihimizde ilk defa Cumhurbaşkanı halkoyuyla seçilecek. Umarım öyle olmaz ama şimdiki parametreler ışığında öyle görünüyor. (“Umarım öyle olmaz” derken, “halk filancayı seçecek, ben de onu istemiyorum” gibi bir şey demek istiyor değilim. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesine, kimin seçileceğinden bağımsız olarak muhalifim ve bu muhalif tutumda halkın seçimine güvenememek gibi bir motivasyon yok. Neyse…)

Türkiye, tarihinin en enteresan seçimlerinden birine gidiyor ve Beşiktaş – Fenerbahçe maçı daha oynanmadan akıllıca neticeler imal edenler, daha yapılmamış seçim için de akıllıca neticeler imal ediyorlar. Futbolu tasarlayanlar, siyaseti de tasarlıyorlar. “Ama daha önce yaptığınız tasarımlar iflas etmişti” diye uyarmanın bir faydası yok. Çünkü kendi tuhaf akıllarını sistemin aklı olarak görüyorlar.

Dert değil.

Onlar sadece oyunculardan bir oyuncu. Tıpkı Erdoğan gibi, Gül gibi… Erdoğan ve Gül de, başkaları onları nasıl gösterirlerse göstersinler, kendilerini nasıl görüyorlarsa görsünler, oyunculardan birer oyuncular. Hepsi o kadar. Neticede, mesela Erdoğan Cumhurbaşkanlığı, Gül ise Başbakanlık koltuğunda oturuyor olabilir. Ama Türkiye o kompozisyona ulaşacaksa, şimdi siyaseti tasarlayıp duran (bir yandan da siyasete yönelik her türlü tasarıma şiddetle itiraz eder görünen) zavallıların çizdiği yoldan ulaşmayacak.

Mevcut tasarım hamlelerinin neticeye ulaşmayacağını ilk gören, göründüğü kadarıyla, Gül oldu. Zaten daha önce de, ipler Erdoğan’ın elinde toplanırsa kendisine bir alan kalmayacağını ilk o fark etmiş, akıllıca (ama sahiden akıllıca, kendi tuhaf akıllarını sistemin aklı gibi görenlerin budalalıklarına benzer şekilde değil) pozisyon almıştı. 17 Aralık herkesten çok Gül’e zarar verdi, en çok onun hesaplarını altüst etti.

Gül’ün “bugünkü şartlar çerçevesinde gelecekle ilgili siyaset planımın olmadığını paylaşmak isterim” çıkışı, Gül’ün üzerinden Erdoğan’ı vurmaya çalışan herkesi taca attı. Ama eli kolu asıl bağlanan Erdoğan oldu. Şimdi o düşünsün…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin