Bir Seçmenin Anatomisi
Diyelim, 40 yaşını geçen hafta doldurmuş, eczacı bir kadınsınız. 16 yaşında bir kızınız ve 13 yaşında bir oğlunuz var. Başınız açık. Annenizin de başı açıktı ama babaannenizin ve iki halanızdan birinin başı örtülü idi. Üniversiteye gideceğinizde, babanız ve abileriniz başka bir şehre gitmenize rıza göstermediler ve ister istemez Eczacılık okudunuz. O yıllarda eve biraz geç kalsanız, dayak yemeniz işten değildi. Size değil, erkeklere güvenmediklerini söylüyorlardı babanız ve abileriniz. Sonra siz de, o “kaçamak” gönül ilişkilerinden öğrendiniz ki haklılarmış, erkekler güvenilmezmiş. Hepsi de o narin —yani size pek narin görünen— kalbinizi kırdı.
1999’da babanız DYP’ye, abilerinizin biri MHP’ye, diğeri DSP’ye oy verdi. DSP’ye oy veren abiniz ailede şaşkınlık yarattı. “Hiçbir şeyin farkında değilsiniz” edasıyla yaptığı uzun açıklamaların özeti, “adam eski Ecevit değil, partisi de CHP değil” gibi bir şey idi. Siz 99’da oy kullanmadınız. 2002’de de kullanmadınız, çünkü sahnelenen oyun size çok manasız görünüyordu.
O arada evlendiniz. Çocuklarınız oldu. Babanızdan, özellikle annenizden, abilerinizden, başınıza olmayacak işler geleceğinden korka korka, neredeyse korkuya tiryaki olmuştunuz. Ama diğer bütün korkular, çocuklarınız olduktan sonra yaşadıklarınızın yanında hiç mertebesinde kaldı. Anneliğin hakkından gelebilecek miydiniz, çocuklarınızın —bilhassa oğlunuzun— başına kötü bir şey gelebilir miydi düşünceleri kâbus gibi çöktü üstünüze. Herkesin de sizin gibi olduğunu zannediyorsunuz.
Kızınız hariç… Kızınız sizin gibi değil, hiç laf dinlemiyor. Giderek de aksileşiyor. Anneannesi ve/veya dedesi görse asla içlerine sindiremeyecekleri şeyler giyiyor. Eve olmayacak saatlerde geliyor. Babası hiç oralı değil. Kızınızla didişip durmak da —bunca yorgunluğun arasında— size kalıyor.
Evlendiğiniz adam, üniversitede, muhasebe servisinde bir memurdu. Daire Başkanı oldu ama daha ileri gidemedi. Öylece, emeklilik bekleyerek takılıyor. Zaten çok sevmiş değildiniz ama olan sevgi de birkaç yıl içinde kayboldu. Saygıyla idare etmiştiniz, hanidir o da yok. Ama bırakıp giderse diye korkuyorsunuz. Bu arada, olur olmaz bahanelerle eczaneye gelen, aslında dertleri size kur yapmak olan erkekler de seyreldi. Adını koyamasanız da, yaşlanıyor olmaktan da korkuyorsunuz.
Kalfanız Kürt. Hevesli, işini de iyi yapıyor. Ta ilk yıllardan beri yanınızda, elinizde büyüdü. Ondan korkmuyordunuz. Ama bir vakittir ondan bile korkuyorsunuz. Ya Kürtlüğü tutar da… Ne bileyim…
Korkuyorsunuz. Her şeyden korkuyorsunuz. E ama… Sadece korkudan mamul de değilsiniz. Yazın şöyle bir İtalya’ya gideceksiniz. Sonra, işler bir süre daha böyle giderse otomobili değiştirip şu hanidir hayal ettiğiniz otomobili alacaksınız. Geçen gün falcı da zaten, işlerin iyi gideceğini, kırmızı bir şeyin hayatınıza renk katacağını, sizi sevindireceğini söylemişti. (Türkiye’de —muhtemelen dünyada da— her on kadının dokuzu, isterse üniversite mezunu olsun, hatta dibine kadar “bilimci” olsun, “mahalleye bir falcı gelmiş ki” lafını duyunca, emziriyor olduğu çocuğunu apar topar komşuya bırakıp, yel yepelek seğirtir. “Gaybı ancak Allah bilir” diye âleme akıl vermekte olan bir kadın da… Ne ideolojisi kardeşim!)
İlk defa 2007’de oy kullandınız ve AKP’ye oy verdiniz. Adam (Erdoğan) güven veriyordu. Yakışıklı adam ayrıca… Anneniz, babanız, abileriniz, hepsi AKP’ye oy verdiler. Onlar, eşi başörtülü olan birinin Çankaya’ya çıkarılmamasına kızmışlardı. Sizin öyle bir derdiniz pek yoktu. Öyle çok dindar da sayılmazsınız zaten. Eşiniz her akşam bir-iki duble içer, her akşam olmasa da arada ona eşlik de ediyorsunuz. Oruç filan hak getire… Eşinizin de dinle alakası yok. Herif hiç değilse senede iki Bayram namazına gidiyordu, birkaç senedir ona bile zahmet etmiyor. Ama işte… Ailenizden bu kadar uzağa düşmüş olmaktan —ve ilave olarak Allah’tan da— korkuyorsunuz. Sandıkta “telafi” ettiniz bütün o “günahları”.
***
Eğer seçim olursa, 24 Haziran’da sandık başına gidecek seçmenlerden “biri” bu. Öteki farklı. Daha da öteki daha da farklı. Ama hepsi, az çok böyle. Hepiniz gibi… Korkuları var, o korkuların “kendilerinde” olduğunun farkında değiller, evrensel zannediyorlar. (Yani mesela her kadının erkeklerden korkması gerektiği o kadar aşikâr ki, olabilir mi başka türlüsü! Veya her anne evlatlarının başına olmayacak işler geleceğinden korkarak tüketir ömrünü, öyle değil mi!) Hayalleri, ümitleri var, hepsini evrensel zannediyorlar. (Yani mesela herkesin o otomobili istiyor olduğunu zannediyorlar.) Filan.
Hepiniz gibi…
“Seçmen” dediğiniz nebat, öyle, kabuğunu sıyırdığınızda, içinden sürpriz çikolatalardaki gibi ya o, ya bu, ya şu oyuncak çıkan bir şey değil. Hiçbirinin içinden katıksız bir İslamcı veya katıksız bir Atatürkçü veya katıksız bir milliyetçi filan çıkmıyor. Hepsi son derece “karmaşık” varlıklar. Son derece karmaşık süreçlerde imal edilmişler. Bin bir türlü etkiye açıklar.
Devlet mesela… Lazım. Ama her şeye burnunu sokmasa? Türk olmak? Gurur verici. Ama… Bildiniz işte, Türkler disiplinsiz, ahlaksız, tembel, filan. Asker? Ordumuzla gurur duyarız. Ama Cumhurbaşkanın eşinin başörtüsüne karışmasa —veya helikopterle bir rakip adayı ürkütme işlerine katılmasa… Kürtler? Ay hepsi mutlu olsun valla. Herkes mutlu olsun. Ama oğlanın okulunun önünde bir canlı bomba filan patlayacaksa… Maazallah. Topunu öldürseler kılım kıpırdamaz. Din? Canım burası Müslüman bir ülke. Ama şu ezanı biraz güzel okusalar ve bir de mümkünse sesi biraz… Hani azıcık, nasılsa namazı kılacak olan saatini biliyor, değil mi ya! Avrupa? Hepsi gâvur. Hepsi bizi sömürüyor. Hepsi düşman. İyi de yazın İtalya’ya gideceğiz, fazla da şey etmesek… Oğlan da —üniversiteye girişle filan uğraşmasın diye— bir Fransız okulunda okuyor. Üniversite için Fransa’ya gidecek. Hani neyse derdimiz o tarihe kadar çözsek…
Neredeyse herkesin “içinde”, neredeyse her “ideoloji”yi onaylayan ve onaylamayan nüanslar var. Sizin içinizde de…
***
2011’de, bir sınıf arkadaşınız ikinci evliliğini yapacaktı, düğününe gittiniz. Şehir dışındaydınız, oy kullanmadınız. 7 Haziran’da eliniz AKP’ye oy vermeye varmadı, sandığa gitmediniz. “Geçen sefer de gitmemiştim, memleket yıkılmadı” diyebiliyor olmak da gönlünüzü rahatlatmak için işe yaradı.
Sonra 1 Kasım geldi…
Her şeyden korkan siz, birkaç ay öncesine kadar Kürtlerden filan korkmuyordunuz. Ama birden ortalık toz duman oldu. Kimin haklı olduğunu filan da pek anlamış değilsiniz. Ama televizyon ekranlarından fışkıran manzaralara bakılırsa… Bu Kürtler bu yapılanların cevabını vermeye kalkarlarsa vay geldi başımıza… Korkmaya, dehşetli korkmaya başladınız. Bir yolunu bulsanız, kalfaya yol vereceksiniz. Ama o bile tehlikeli, ya intikam almaya kalkarsa… Koşa koşa sandığa gittiniz, bir defa daha AKP’ye oy verdiniz.
Şu da var, unutmamak gerekiyor. Eczaneye gelip gidenler, 7 Haziran öncesinde daha sıcakkanlı, daha güler yüzlü idiler. 1 Kasım öncesinde ise herkes daha ketum, daha somurtkan… Bunu böyle tespit etmiş olmasanız da, “hissettiniz.” Korkularınız derinleşti, heyecanınız, ümidiniz sığlaştı. Hepimiz temas ettiğimiz insanların ruh durumlarından etkileniriz ve fakat kendi ruh durumumuzun o temaslardan etkilendiğini bilmeyiz.
Şimdi?
CHP’li Ahmet bey geçende Eczaneye geldiğinde yüzü gülüyordu. (Ki bu şaşırtıcı, çünkü Ahmet bey hiçbir şeyden memnun olmaz. AKM’yi sevmezdi mesela, AKM’nin yıkılmasına da karşı. Her şeye karşı, her şeyden şikâyetçi. Aksi herif, elinden gelse yeryüzünden insan türünü silecek.) Muharrem İnce’den nefret ederdi. “Partiye yakışmıyor, ben Kılıçdaroğlu’nun yerine olacağım, o saat kapının önüne koyarım” der dururdu. Ama İnce’nin adaylığı açıklanınca keyfi yerine geldi. “Hayrola” demeniz kâfi geldi, ne demek istediğinizi anladı. “Yahu ikinci bir Ekmeleddin vakası olacak diye çok korkuyordum, şükür ki olmadı” dedi. Sonra “adam bizi utandırdı, neydi o laf sokmalar, ne biçim geçirdi Tayyip’e” diye, sanki Fenerbahçe’nin bir gece önceki maçta attığı golü anlatır gibi anlattı.
Buna mukabil, AKP’li Mehmet bey havasında değil. Seçim mevzuu açmaya çalışsanız, “aman boş ver, daha ciddi dertlerim var” deyip, meseleyi hanımın rahatsızlığına filan getiriyor. (Mehmet bey dünyaya daha pozitif bakan biridir. Hani uzun bir yolculuğa birinden biriyle çıkacaksanız, insan Mehmet beyi tercih eder, öylelerinden…)
Dün Ahmet bey çıkmadan Mehmet bey girdi eczaneye. Selamlaştılar. “Bu sefer tamam” dedi Ahmet bey gülerek ve “tamam” kelimesini tuhaf biçimde vurgulayarak. Mevzuu bilmiyordunuz, bir mana veremediniz. Ama Mehmet bey biliyormuş demek ki, öfkelendi. Bir şeyler söyledi, Ahmet bey cevap verdi, Mehmet bey yine bir şeyler dedi… Filan. Şimdi neler konuşulduğunu hatırlamıyorsunuz ama… Ne hissettiğinizi hatırlıyorsunuz —hep öyle olur, herkes için öyle olur. Ahmet bey coşkulu, kendinden emin, rahat ve ümitli iken, Mehmet bey öfkeli, güvensiz, rahatsız, huzursuz ve ümitsiz idi. Kuyruğu dik tutmaya çalıştığı halde beceremediğini hissettiniz.
Eğer seçim olursa 24 Haziran’da kime oy vereceksiniz?
***
Seçmen, ilaveten, böyle biri. Yani “çevre”si var. Muhtelif insanlarla temas halinde. Elinde rüzgârı ölçecek bir cihaz yok, “nereden hangi şiddette esiyor” diye merak ettiği de yok. Ama rüzgâra maruz ve o rüzgârdan etkileniyor. Tıpkı sizin gibi… Etkilendiğinizi bilmiyor ve/veya kabul etmiyor olmanız, kendi kanaatlerinizi, tercihlerinizi “kendi başınıza, fanus içinde” inşa ediyor olduğunuzu zannetmeniz, işin öyle olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Eh, rüzgârın nereden ve hangi şiddette estiğini, nasıl bir netice doğuracağını tahmin etmek sizin vazifeniz değil. Çokbilmiş analistiniz işini yapıp, bu mevsim şartlarında neler olabileceğini söylesin o halde…
***
Peki…
Erdoğan 2011’den bu yana, korku dozunu artırarak koltuğu korudu. Korku, iki yönlü bir şey. Korkuyorsanız itaat edersiniz ama korku belirli bir eşiği aşarsa, korkudan kurtulmak için korkutana başkaldırırsınız. Hele bu başkaldırı sandıkta olacaksa, yani başkaldırana bir maliyeti olmayacaksa, isyan etmek o kadar da müşkül bir şey değil.
Toplumdaki her bir ferdin korkuya başkaldırma eşiği aynı değil, kimi daha erken bir fazda isyan eder, kimi daha çok tahammül eder korkutulmaya. Her duygu için aynı şeyi söyleyebiliriz. Ama ilave etmek gerekir ki, kendi tenhasında kalsa isyan etmeye pek de gönüllü olmayan birileri, isyan edenlerle temas ederse isyana daha erken katılabilir veya isyan etme hayaliyle sokağa çıkmış biri eğer korkudan felç olmuş kalabalıklara temas ederse korkup vaz geçebilir —en azından erteleyebilir.
Erdoğan’a isyan eşiğini toplumun büyük bölümü, bence, çoktan geçti. Mesele şu ki, ısrarla tekrarladığım gibi, bence, “ben bu işe talibim” diyen bir alternatif yoktu. Yani? Erdoğan tatmin yarattığından değil, ondan daha çok tatmin yaratabileceği hissini veren bir alternatifi olmadığından seçim kazanmayı sürdürdü. Erdoğan iyi oynadığından kazanmadı, rakipleri çok kötü oynadığından kazandı.
Bana kalırsa İnce ve Akşener hâlâ kötü oynuyorlar. Yani siyaset hakkındaki manasız varsayımlara makbul bilgilermiş muamelesi yapıp, onların üzerine inşa ettikleri davranışlarla sahada oynuyorlar. Karşıda biraz akıllı bir rakip olsa, bir hafta içinde silindir gibi üzerlerinden geçer. Ama yok. Rakip —yani Erdoğan— zaten akıllı değildi, olan aklını da kaybetti. Üstelik enerjisini de kaybetti.
Erdoğan geçende mealen demiş ki “eskiden sabaha kadar afiş asar, duvarlara yazı yazardık, şimdi sosyal medya çıktı, o güzellikler kalmadı”. O iş öyle değil. Sosyal medya o afişleme ve yazma işlerini ikame etmiyor. Mesele şu ki Erdoğan artık kimseye o enerjiyi vermiyor. Görünen o ki karşısındakiler daha enerjik.
Sahada işe yarayacak korku kalmayınca, akıl ve analiz açısından şartlar denk olunca, enerji fark yaratan bir faktör olarak temayüz ediyor ve enerji açısından muhalefet 1-0 önde… Ama unutmamak gerekiyor ki ilk maçı Erdoğan 2-0 kazanmıştı.
Erdoğan açısından mesele şu ki, bugüne kadar gol atmayı aklına bile getirmeyen rakiplere karşı oynamış, maçı hep rakip sahaya yığmıştı. İlk defa gol atmayı da düşünen rakiplere karşı oynuyor ve bu oyunu nasıl oynayacağını bilmiyor. İlaveten, bugüne kadar rakiplere sahada hunhar fauller yapıyor, tribünler sanki futbol değil de gladyatör savaşı seyrediyormuş gibi coşuyordu. Şimdi Genelkurmay Başkanını Gül’e yolluyor, ortada coşku yok. Aksine, hafif de olsa homurdanmalar var. Buna mukabil rakipler faul yapıyor ıslıklayanlar pek hevessiz. Erdoğan bu tür tribünlerin önünde oynamayı da bilmiyor.
Görünen o ki… Maç böyle giderse Erdoğan daha çok gol yiyebilir. Maç böyle gider mi? Eh, İnce’nin, Akşener’in ve Erdoğan’ın ne yapacağına bağlı.
Ben bu İnce’yi biliyorsam, seçmen denen nebatın kabuğunu soyunca içinden beklemediği bir şey çıkmasını içine sindiremez. CHP’liler de sindiremez. Bekir Coşkun bir yandan, Özdil ve/veya Kırıkkanat bir yandan, diğerleri öte yandan, “başını açmayacaksan, bıyığını kesmeyeceksen buraya gelme” diye başladılar mı, CHP’liler koroya katılırlar. “Bildiğimiz bir şey ol, öyle gel” makamında… Şimdilik işi “Kuran da benim bayrak da benim, Kürtler de benim ulusalcılar da, Fenerbahçe de Galatasaray da” diye götürüyor ama… Gaf üstüne gaf yapmaktan da geri kalmıyor. “Vatandaş İnce’nin gaflarını görmüyor” değil, “görmezden geliyor”. Çünkü sahada bir maç olsun istiyor.
Akşener biraz daha “risksiz” oynuyor. Her topa girmiyor. Kendisi yerine başkalarını koşturuyor. Sosyal medyayı daha “akıllıca” kullanıyor.
Eğer Erdoğan şapkadan tavşan çıkarmanın bir yolunu bulamazsa, 7 Haziran’daki seçmeninin yarısını kaybedebilir— öyle bir şey olursa şaşırmam yani. Şapkadan tavşan niyetine Avrupa ile gerginlik, Adil Öksüz, şehirlerin ortasında patlayan bombalar ve saire “bildik” şeyler çıkarmaya kalkarsa, daha da acıklı şeylerle karşılaşabilir. Ama aklımıza gelmeyen bir yeni icat çıkarırsa… İlk turda seçimi alıp gidebilir de… Neticede risk algısı çok yükselmiş bir ahalinin karşısındaki biricik “denenmiş” isim. Diğerlerinin yaptığı her acemilik bardağı ağır ağır dolduruyor. Bardak 24 Haziran’dan önce taşar mı? İnce ve Akşener’in “performansına” bağlı.
Erdoğan’ın heybesinde bir şey varmış gibi görünmüyor. Ama can havliyle bir şeyler icat etmeye teşebbüs edecektir. Şahsi tahminim, Haziran başından itibaren seçimi iptal etmenin yollarını arayacağı istikametinde… CHP’nin Anayasa Mahkemesindeki müracaatı bu konuda işe yarar mı, bilemiyorum.
Akşener, anladığım kadarıyla, ikinci tura Erdoğan’ın kalacağından emin ve ikinci turdaki muhalefet adayının İnce değil kendisi olması için İnce’yi geçmesi gerektiğini düşünüyor. Eğer maç bir Akşener-İnce maçı halini alırsa, buradan bir kişi kayıpla çıkar: Erdoğan. Akşener yarışa, İnce’nin önünde başlamıştı. AKP’ye oy vermiş olanların aklını çelebilmiş olmasa da, CHP’ye oy vermiş olanların bir bölümünü ayartmıştı. İnce’nin adaylığı, o oyları İnce’ye geri döndürdü ve Akşener geride kaldı. Bir Akşener-İnce rekabeti, AKP’ye oy vermiş olanlardan kitlesel bir çözülmeyi başlatabilir.
2007 öncesinde, “seçmen kararsız” diyenlere hep aynı şeyi söyledim: “Seçmen kararını verdi de, o kararın ne olduğunu ‘biz’ bilmiyoruz.” Şimdi de benzer bir hal varmış gibi görünüyor. Hal sahiden buysa, seçmen kararını Erdoğan’ın defterini dürme konusunda vermiş olmalı, aksi halde kararının “görünür” olmasından endişe etmesini gerektirecek bir şey yok.
Ancak…
2015 Ekim’inden beri iddia ediyorum ki, uluslararası sistem Erdoğan’ın arkasında… Birçok aktörün menfaati Erdoğan’la ortak. Eğer haklıysam, onların ne yapacağını tahmin etmek de mümkün değil.
“Kaliteli” değilse de “heyecanlı” bir maç olacak.