Birinci Meclis
Milli günler içinde benim açımdan en makbul olanı 23 Nisan’dır. Hem çocuklara hediye edilmiş olması yüzünden, hem de milli hâkimiyetin bayramı olduğu için. Çocukların ve içindeki çocuğu bu hoyrat atmosferde bile muhafaza edebilmiş olanların benim ukalalıklarımla işi olmaz. İyi ki olmaz. Ben, iyisi mi, kestirmeden işin milli hâkimiyet kısmına doğru yola koyulayım.
Mustafa Kemal’in eserleri arasından şunu veya bunu daha çok önemseyebilirsiniz. Benim açımdan en önemlisi, açık ara, Meclistir. Elbette biliyorum Meclisi toplayan Mustafa Kemal değildi. O toz duman arasında Meclisi açık tutma çabasından söz ediyorum. Dahası, biliyoruz ki, en azından bir defa, Meclisi kapatıvermek arzusuna da karşı koyamayacak hallere gelmişti. Ama yapmadı. Yapmamış olması mühimdir. Şimdi, Mustafa Kemal’in hadislerini ezbere okuyanlar, sünnetini sık sık hepimize hatırlatanlar unutmuş görünseler de, o Meclis, en olumsuz şartlarda bile açık kaldı. Daha önemlisi, muktedir idi.
Hayatı bir fabrika gibi gören, olup bitmiş olan her şeyin tanımlı bir öznenin tasarısı olduğunu zanneden zihinler, bugün ortaya çıkmış olan neticenin daha en başta Mustafa Kemal’in tasavvurunda şekillenmiş olduğunu iddia ediyorlar. Öyle olmadığına dair sayısız işaret var. Ama işaretler de lazım değil, çünkü hayat fabrika değil ve hayatta işler fabrikadaki gibi yürümez. Yani beş yıl sonra yapacaklarınızı şimdiden şekillendiremezsiniz. Beş yılda siz de, hayalleriniz de, şartlara göre muazzam biçimde değişirsiniz. Aslında fabrikalarda bile beş yıl uzun bir süredir ya, şimdilik oraya girmeyelim. Hayat, koreografı olmayan bir danstır. Birbirinin adımına adım uydurmaya çalışan sayısız dansçı vardır. Birinci Meclis de o dönemin önemli bir dansçısıydı. Milli Mücadelenin olmuş olduğu gibi olmasında müthiş etkisi oldu. Yani, eğer Meclis açık tutulmasaydı, Milli Mücadele başarılamazdı. Meclisin kompozisyonu başka türlü olsaydı, Milli Mücadelenin seyri de başka türlü olurdu.
Mustafa Kemal’i övdüklerini zannedenler, Meclisin vermesini istediği kararı önceden tayin edip sonra da ustalıkla yönettiği, istediği kararı çıkardığı oturumları maharet gibi gösteriyorlar. Maharet Meclisin sizin istediğiniz kararı vermesini sağlamak değil, bir Meclisi çalıştırabilmektedir. Mustafa Kemal’in mahareti de buradadır.
Okullarımız akla ziyan bir iştahla cehalet imal edip duruyor. Özellikle gençler, en baştan beri İslamiyet ile Milli Mücadele arasında bir kan davası olduğunu zannediyorlar. Karineleri ne? Cumhuriyet rejiminin çok sonra dindarlarla kavgaya tutuşmuş olması. Hatırlatmak lazım: Milli Mücadeleyi yapan o Meclis sapına kadar Müslüman’dı. Sonradan Ankara’da toplanıp Birinci Meclis unvanını alacak olan son Osmanlı Meclis-i Mebusanının seçildiği seçimlerde, Anadolu’da, Milliciler seçimlere öyle yoğun müdahale etmişlerdi ki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası seçimleri boykot etmişti. Sonradan vatan haini ilan edilen Hürriyet ve İtilafçıların çoğu, Millicilerin seçtirdiği mebuslar kadar dindar değillerdi.
O Meclisi kıymetli kılan, mebusların hepsinin Müslüman olması değildi, bana kalsa, keşke gayrimüslimlerin temsilcileri de olabilseydi. Hepsinin aynı düşünüyor olması da değildi. Aksine, birçoğunun kendisinin düşüncesi olabilmesi, daha önemlisi, bu düşüncelerini cesaretle söyleyebilmeleri idi. Muhtemelen yakın tarihin en çok birlik ve beraberlik gerektiren günleriydi. Ama birlik ve beraberlik ihtiyacı ile monotonluk ihtiyacı arasında bir fark olduğunun farkındaymışlar gibi görünüyor. Birlik ve beraberlik içindeydiler ve lakin saatler süren tartışmalarda saç saça, baş başa kavga etmekten de geri kalmadılar.
O Meclis hakkında beni en çok şaşırtan hususa gelince… Önemli bir bölümü Anadolu’nun taşrasından gelmiş üyelerin hatırı sayılır bir bölümünün dünya ahvali hakkındaki dudak ısırtacak bir bilgi birikimine, derin bir kavrayışa sahip oldukları anlaşılıyor. Tahsilleri kıttı. Ama neler olup bitmekte olduğunu, daha içinde yaşarken, pekâlâ kavramışlardı. Yani insan ister istemez merak ediyor, bugün neden benzer vasıflara sahip bir heyeti bir araya getiremiyoruz. Siyasetin içler acısı halinden kurtulması ümidiyle her seçimde daha uzun süre okumuş insanları seçiyoruz. Daha çok yabancı dil bilen milletvekili giriyor meclise. Parlak, başarılı bürokratları, memurları milletvekili yapıyoruz. Meclisimizin kalitesi daha da düşüyor. Bırakın dünya ahvalini, memleketin ahvalinden bihaber, yukarıdan gelen direktiflere itiraz edemeyen bir yığın haline geliyor meclisimiz. Kalite standartlarımızda mı bir kusur var acaba?
Cemalettin N. TAŞCI