Birlik ve Beraberlik Kime Lazım?
Yıldıray Oğur’a bir şeyler oldu, eğlenceli —ve aslında eğlenceli olmaktan fazlası, derde deva— yazılar yazıyor Serbestiyet’te… Sayesinde öğrendim ki bir Danimarkalı polisin Iraklı bir mülteci küçük kızla oyun oynarken çekilmiş bir fotoğrafı üzerinden büyük bir cenk daha gerçekleşmiş (http://serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/butun-batililar-ikiyuzlu-ve-kotu-mu-845762). Oğur yazısını “keşke bu kadar basit bir düzlemde konuşmak zorunda kalmamış olsaydık” diye bitirmiş. Keşke…
Böyle bu işler.
Ümit Kıvanç’a, profil resminde elinde rakı kadehiyle poz veren kadının biri “çok meraklıysan evinde besle” mealinde sataşır, biz, hepimiz yumruk üstüne yumruk yemek zorunda kalırız. Bitmez de yemek zorunda kaldığımız dayak, iki yazıdan birinin ortasından yine aynı kadının siluetine sallanmış gibi yapılan bir yumruk patlar suratımızın ortasında.
Ötekiler de… Mültecilere doğru dürüst bir hayata tutunma şansı sağlayamamaktan utanmak yerine, bizim dışımızdaki herkesi yerle yeksan eder. Utanmak dedim de… Bir gülme geldi birden. Utanması gerektiğini ima ettiğim zevat, Oğur’un yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, bir yandan haberleri eğip büküp çocukça “algı operasyonu” yapıyor, bir yandan da habermiş gibi sunduğu şey “algı operasyonu yapıyorlar”… Ne diyeceksin?
Diyeceğimi diyeyim.
Bloom’un The Lucifer Principle adlı kitabından aktarıyorum (tercüme benim, berbatlığı o yüzden):
“Araştırmacı Savin-Williams, yaz kamplarında kampçıların etkileşimini bir mevsim boyunca gözler. Haziran’da kampçılar ilk defa bir araya gelirler. Kabaca bir saat içinde hepsi diğerleri hakkında az çok bir kanaat sahibi olur, diğerlerinin güçlü ve zayıf yönlerini teşhis eder ve herkes kiminle arkadaş olacağını kararlaştırır. Sonra, kısa süre içinde kafası, kanatları ve kuyruğu olan bir süperorganizma halinde örgütlenirler. Biri, ‘alfa erkeği’, dominant figür, grubun lideri olur. Biri, güçlü biri, neredeyse kimsenin hoşlanmadığı bir zorba halini alır. Bir üçüncüsü, ihtiyacı olan herkesin kendisine müracaat ettiği bir tür joker olur. Bir başkası ise herkesin ihtiyaç duyduğunda sorumluluk hissetmeden tekmeleyebildiği bir şamar oğlanı haline gelir.”
Bir paragraf sonra öğreniriz ki, bir başka araştırmacı, daha önceki kamplarda her biri lider olmuş olan gençleri bir yaz bir araya getirir. Ne olur tahmin edin?
Bingo!
Aynı kalıp tekrarlanır.
Toplumlar böyledir. Çünkü toplum bir yığın değil, bir organizma. “Herkesin iyiliğini istemek”, uzaktan çok hoş görünüyor, anlıyorum. İnsana “ah ben ne kadar iyiyim” deme şansı veriyor besbelli. “Bir yaz birlikte kamp yapsak ve hepimiz lider olsak, veya lider mider olmasa, şamar oğlanı da olmasa…” Olmaz öyle bir grup. Eğer yukarıdan, faşizan tedbirlerle “hepiniz aynı hizada durun ulan” diyen bir otorite olmazsa olmaz diyeyim hadi, tedbiri elden bırakmayayım. Ama diyelim ki oldu. Sıkılırsınız, beş dakika dayanamazsınız öyle bir grubun içinde. Biri yaralandığında ne yapacağınızı bilemezsiniz, basit bir kesik yüzünden ölür gider arkadaşınız.
Biz birbirimize karşı bir oyun (game) oynuyoruz.
Ve…
İngilizlerin arasında şedit, İngiliz olmayan her şeye düşman, İngiliz olmayan herkesi barbar gören barbarlar var. Göçmenlere “onlar için ne yapabilirim ki” diye bakanlar var. “İyi ki geldiler, sıkılmıştık bu İngiliz züppelerinin arasında, hayatımıza mana —ve elbette zenginlik, maddi zenginlik— kattılar” diyenler var. Türklerin arasında da onların her birinin tastamam muadilleri var.
Her toplumun her ferdi, netice itibariyle, kendisini iyi hissetme ihtiyacı taşıyor ayriyeten… Onu “ben” sağlayamıyorsam, “biz” sağlasın. Sağlamıyorsa zaten neden “biz” olayım ki onlarla? Beşiktaş bana kendimi iyi hissetme imkânı, fırsatı, ihtimali sunmuyorsa, neden Beşiktaşlılarla aynı başlık altında yer almak isteyeyim ki? Mesele şu ki, Beşiktaşlılar dediğiniz “biz” de, tıpkı yaz kampındaki gençler gibi örgütlenirler çok geçmeden. Birileri sosyal medyada serin serin tahliller yazar maçtan önce ve sonra. Diğeri bütün rakip taraftarlarına —ve hatta yeterince öfkeli görmediği Beşiktaşlılara— ve elbette hakemlere söver durur. Öteki istatistikler yayınlar. Beriki totem yapar veya kötümserlik yayar. Filan…
Biz birbirimize karşı bir oyun oynuyoruz. En çok da “biz” dediğimiz sosyal grupların “içinde”…
Bu noktada iki mesele var.
Birincisi, kendisini tekrarlayan bir kalıbın var olması bir şey, o kalıbın içindeki dağılımın ve her bir rolün değişmemesi başka şey. Yani mesela “zorbalık” hep var ve her kampta tekrarlanıyor ama zorbalık —diğer her şey gibi— izafi bir kavram. Zaman içinde, yıllar geçtikçe, zorbaların zorbalığı azalıyor olabilir. Veya liderliğin rolü değişiyor olabilir.
Bence zaten öyle oluyor.
Ve neticede, giderek şehirlileşiyoruz. Dünyanın dört bir yanında… Elbette farklı coğrafyalarda farklı viteslerle ama her yerde şehirlileşiyor insanoğlu. Kasabalılık kaybediyor, şehirlilik kazanıyor. Bu anlamda bir eşiği yakın geçmişte atladığımızı iddia edip duruyorum.
İkinci mesele şu ki, sözünü ettiğim sosyal örgütlenme ve şehirlileşme süreçleri iç içe, insanlığı belirli bir safhaya taşıyor. Ama… Bu süreçlerin her ikisi de, sosyal oyunun bir oyun olması halinde sağlıklı bir biçimde yürüyebilir. Yukarıdan topluma bir biçim verme iradesi oyunun dokusunu bozabilecek kadar güçlü ise… İşte Türkiye’de olanlar olur. Adam kim bilir hangi sebeplerle Amerikalıların eline rehin düşer. “Şeker fabrikalarını kapatacaksın” dendiğinde sesini çıkaramayacak kadar göbeğinden bağlıdır ve yapıp yapabildiği şey “ama ben bunu yaparsam, bunu yapmak için ihtiyaç duyacağım desteği toparlayamam, izin verirseniz size şöyle ağız dolusu söveyim” demek olur. İzin alır, söver.
Ahali bunu yer mi?
Yemez.
Ama zat-ı muhteremin beslediği —kimini vekil, kimini bakan yaptığı, kimine yazı yazdırdığı, kimine televizyonlara çıkma fırsatı sağladığı, ötekini rektör filan yaptığı— itler, “ama işte görüyorsunuz Danimarkalılar şov yaptılar da, şimdi Iraklı kızı geri yolluyorlar, biz ne kadar iyiyiz, bu Batılılara bizim kadar sövmeyenler de hain” filan diye yaygara yaparak, ortalığı bulandırırlar.
Ahali, yukarıda dediğim şeyi yemez. Nasıl yemez? Neden yemez? Çünkü ahalinin “içinde”, bu oyunu teşhis edecek, karşı hamleyi yapabilecek başkaları da olur. Her ahalinin içinde olur —yukarıda yaptığım alıntıdan ilhamla… Eğer oyun nispeten eşit şartlarda oynanırsa, kimin Türkiye’yi Amerika’ya pazarladığı, er veya geç ortaya çıkar.
Demek ki mesele, “birlik ve beraberlik içinde olmamız gereken günler”deymiş, ahalide değil. Kafaları her sosyal örgütlenmenin çeşitlilik yarattığını alamayan, kendi akıllarının toplumdaki herkesin aklı olması gerektiğinden şüphe etmeyen, ama kendileri gibi olmayanlar ile eşit şartlarda rekabet edebilecek vasıfları da olmayan bir yığın meczup, bu memleketi, her türlü farklılığın zafiyet getirdiği ezberine müptela etti. Şimdi de mesela, oruçluyken kendini yakmak üzere üzerine benzin dökmüş birileri masalıyla, “aha bunlara mı teslim edeceğiz memleketi” halüsinasyonları imal etmeyi sürdürüyorlar. Karşılarında da tastamam aynı ezberi kendi menfaatleri için kullanmayı öğrenmiş, en az onlar kadar alçak, vasıfsız zibidiler var.
Banalleşmemi mazur görün, bir klişeye müracaat edeyim: Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar. Memlekette bir müsademe var mı? Var. Hanidir var. Mesele şu ki, bahse konu olan müsademe efkârın müsademesi değil, ezberlerin müsademesi. Bir yanda manasız bir “Atatürk olsaydı” (veya Celal Şengör meczubunun aktüel meselede dile getirdiği gibi “Fatih olsaydı”), öte yanda ondan daha manasız “Abdülhamid olsaydı” ve güncele tercüme edilmiş haliyle “Erdoğan var ya” ezberleri…
Şimdi son derece açıklıkla iddia ediyorum: Erdoğan hadi zırcahil, herhangi bir muhalifi ile televizyonda filan tartışmaya girmeye cesaret edebilecek herhangi bir bilgisi, sezgisi, aklı, birikimi filan yok. Ama asıl mühimi şu ki, koskoca (yani kalabalık mı kalabalık manasında, yoksa herhangi bir büyüklük taşımayan) AKP grubunda, AKP’nin yapıp ettiklerini, herhangi bir muhalifleri ile “eşit şartlarda” tartışabilecek, tartışmaya cesaret edebilecek bir tek kişi yok. Bir tek kişi… Kiminin birikimi yok, kimi neler döndüğünü bile anlayabilecek halde değil. Aralarında tek tük neler döndüğünü anlayabilecek kadar nöron sahibi olanların, yani olup bitenin müdafaa edilemez olduğunu bilen az sayıda “şey”in de namusu yok. Hem parmak kaldırıyorlar hem de itiraz eden herkesten bucak bucak kaçıyorlar —kaçmak zorundalar.
Ortam, eğer eşit şartlarda tartışmaya açık olsa, işbu zevatın tamamı kalp parayla metelik etmediği anında görünür. Hepsi de bunu biliyorlar ve bu yüzden, bir tarafta Yılmaz Özdil, Mine Kırıkkanat, Celal Şengör ve saire… Öbür tarafta Erdoğan ve itleri… Sayısız ortak özellikleri var, sadece vasıfsızlık, ahlaksızlık filan gibi hususlarda yarışıyor değiller. Mesela hepsi “biz iyiyiz, onlar kötü” babında, hepsi “birlik ve beraberlik en iyisi” babında, hepsi “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” babında aynı tedrisattan geçmiş zavallılar.
Bu düzen, Erdoğan’dan önce de böyleydi. Onun bütün yaptığı, seviyeyi daha da düşürmek ve çetesini daha dolaysızca beslemekten ibaret. İcat ettiği bir şey yok yani, sadece “fine-tuning” yaptı, zaten mevcut olan düzene.