Biyoloji
Naisbitt 1980’lerin başında, Megatrends’de, fizikten biyolojiye doğru bir kayma tespit ettiğinde, özetle “bugün biyoloji dâhil her şeyi fizik terimleriyle anlamaya çalışıyoruz ama gelecekte fizik dâhil her şeyi biyoloji terimleriyle anlamaya çalışacağız” dediğinde… “Hadi canım sen de” demiştim. Elbette Naisbitt’in yüzüne değil, içimden…
Fizik, bana o kadar muhkem —ve asıl mühimi— ebedi görünüyordu. Hani Galileo “âlem bir kitaptır, yazıldığı dil de matematiktir” demiş ya, o dili bildiğinizde deşifre ettiğiniz âlem, fizikten ibaretti. Kimya, biyoloji filan fiziğin türevleriydi. Psikoloji, sosyoloji filan da onların türevleriydi… Ve saire…
Dikkat ettiyseniz bilimlerin kendi kafama göre hiyerarşisini tarif ederken bile, türev gibi, matematik derslerinde öğrenmiş olsak da fizik derslerinde kullandığımız bir kavrama müracaat ediyordum. Herkes öyleydi —ve hâlâ bir ölçüde öyle. Aslında türev kavramını kullanmak için matematik ve fizik bilmeye de lüzum yok. Sosyoloji veya iletişim okumuş biri de pekâlâ, benzer bir ihtiyacı hissettiğinde, hiç müşkülat çekmeden, yerli yerinde kullanıyor türev kavramını.
Naisbitt’in sözünü ettiği de tam buydu. “Herkes fizik biliyor ama gelecekte herkes biyoloji öğrenecek” türünden bir iddia değildi iddiası. Havada oksijen olduğunu bilmeseniz de, onu almayı ve kullanmayı biliyorsunuz. Nasıl kullanıyor olduğunuz hakkında korteksinizde belki de zerre kadar bilgi yok. En azından, mesela 8-10 yaşlarındayken oksijen, solunum ve saire kavramlar hakkında hiçbir şey öğrenmiş değilken de pekâlâ solunum yapabiliyordunuz.
Fizik, oksijen gibi bir şeydi. Havadaki oksijen gibi…
O halde Naisbitt demiş oluyordu ki, “biz, yani fizik soluyan varlıklar, yakın gelecekte biyoloji solumaya başlayacağız.” Bu yüzden “hadi canım sen de” demiştim. Fizik, tıpkı havadaki oksijen gibi, zaten orada olan bir şeydi. Bizim icat ettiğimiz değil, keşfettiğimiz bir şeydi. Fizik soluyor olduğumuzu keşfetmeden önce de fizik soluyorduk zaten ve fakat farkında değildik. Bir süredir farkına varmıştık. İyi ki farkına varmıştık.
Filan.
Öyle değilmiş. Âlem fizik vasıtasıyla kavranabilir bir dokuya sahip değilmiş. Fizik bize âlemin dokusu hakkında bir şeyler söylüyormuş, her şeyi söyleyemiyormuş. Bunu anlamam 80’lerin sonlarını buldu. İçime sinecek biçimde kavramam ise 90’ların sonlarını… Naisbitt haklı çıktı. Sözünü ettiği diğer mega eğilimler nelerdi, hatırlamıyorum. Ama herhalde en çarpıcı olanı, fiziğin tahtına biyolojinin oturacağı kehanetiydi.
2000’lerin başlarında fizikçiler, fiziği biyoloji terimleri ile açıklamaya giriştiler. Yani evrim terimleriyle. 1960’larda mesela, bir hücreyi bir makine, daha doğrusu bir fabrika gibi tarif etme eğilimi yaygınken, 2000’lerde âlemi maddenin evrimleşen bir organizasyonu gibi tarif etme eğilimi yaygınlaşmaya başladı.
Ve insanı bir makine —veya bir yığın makineden mamul bir fabrika— gibi algılayan, dolayısıyla planlanabilir, istenen forma sokulabilir, istenen çıktıyı üretecek şekilde yeniden kurgulanabilir bir şey gibi algılayan, bu müthiş kavrayışları sayesinde memlekete çağ atlatan, bütün dünyanın kıskançlığını paratoner gibi üzerimize çekmeye sebep olan malum heyet, okul denen şeyi de benzeri bir fabrika gibi algıladığından, okul fabrikasındaki biyoloji tezgâhını iptal edince, onca kıskançlığa rağmen dünyanın anasını belleyeceğimizden hiç şüphe etmediğinden… Bildiniz işte. Müfredattan evrimi çıkardılar mı, çıkarmadılar mı, bilmiyorum. Ama öğrendiğim kadarıyla, biyoloji müfredatı kuşa döndürülmüş.
***
Eh, memleketin 40’lı yıllara döndürülüyor olduğu hakkında ekstra delil lazım değil. Milli Şefin yerini Reisin almasından partili cumhurbaşkanlığına, memleketin bir polis devleti haline getirilmesinden “herkes bize karşı” kavramlaştırmalarına, monolitik bir toplum hayalinden hain imalatı için kurulmuş fabrikaların fayrap etmesine, milletin çocuklarının öldüğü 15 Temmuz’un yıldönümünü devletin görkemli ve gösterişli gövde gösterileriyle kutlamasına kadar bir yığın şeyi bir çırpıda sayabiliriz. Biraz uğraşsak yapabileceğimiz liste, sayfalar sürer.
Âlemi fizik terimleriyle açıklayıp, biyolojinin yükselişinden kaçma çabaları bu listede yer bulabilir mi? Bakış açısına göre değişir. Evet, 40’larda da tahtta oturan fizikti ve biyoloji üvey evlattı. Ama o dönemde bütün dünyada öyleydi. Dolayısıyla dünya ile senkron bir haldi o. Trajik neticeleri oldu —bütün dünya için ve elbette Türkiye için de… Ama şimdi, fiziğin dünyayı kavramak için tek başına kifayetsiz olduğunu, hatta alet çantamızın en makbul unsuru bile olmadığını kabul etmiş bir dünyada bu heves?
Trajikomik.
Komikliği dünya ile asenkron halinden kaynaklanıyor. Bilirsiniz, mesela konuşma ile jestler arasındaki senkronu bozduğunuzda, ortaya çok komik haller çıkar. Yanlış hatırlamıyorsam Chaplin mesela, Hitler parodilerini doğrudan doğruya bu bilginin üzerine inşa etmişti.
Komikliğin kaynağını bulduk. Trajikliğin kaynağını zaten biliyorsunuz. Memlekette neredeyse gülen hiç kimse kalmamasından, zindanların suçsuz bir yığın vatandaşla dolu olmasından, hırsızların “hırsız var” diye bağırıp çağırabilmesinden, insanın saymaya bile güç yetiştiremeyeceği çirkinliklerden, pisliklerden, adiliklerden, ahmaklıklardan biliyorsunuz.
***
Âlemi fizik terimleriyle kavramak ne demek?
Bu soruya verilecek cevap da çok uzun, muhtemelen hiç tamamlanamayacak —en azından kendi hesabıma yirmi küsur yıldır tamamlamaya çalıştığım ama tamamlayamadığım— bir liste demek. Ama mesela âlemin öngörülebilir olduğu fikri, fiziğin alet çantasında yer alan bir fikir. Küçük olayların küçük, büyük olayların büyük etkisi olduğu, yani olaylar ile etkileri arasında bir orantı olduğu fikri de öyle —hani kelebek etkisi adıyla meşhur olan kavramlaştırmanın tam tersi yani. Olayların etkilerinin, coğrafi mesafe arttıkça azaldığı fikri öyle. Âlemin bir sebep-sonuç zinciri halinde kavranabileceği, zincir hassasiyetle izlenirse bütün sebeplerin en başındaki sebebe ulaşılabileceği, böylelikle de âlemin esrarının tamamen deşifre edilebileceği fikri de öyle mesela.
Size muhtemelen, yukarıda saydığım varsayımları, “âlem böyledir” diye öğretmediler. Ama —en başta dediğim gibi— büyüdüğünüz dünyada havada bunlar vardı. Var olduğunu bilmediğiniz gibi, onların var olmama halini hayal bile edemezdiniz. Onları kullana kullana büyüdünüz. Ve hemen her gün, her birinin aksine onlarca vakaya şahit olsanız da… Havada bunlar var.
Ama artık dünyanın havasında başka şeyler de var. Bütün dünyanın kıskandığı heyetin bizi sakındığı bambaşka şeyler. Vesayetle dövüşe dövüşe geldikleri iktidarda, bizim bir türlü adam olamayacağımızı nihayet kabul ettiklerinden, kendilerini bize vasi tayin edip, neyi öğrenip neyi öğrenmeyeceğimize, havadaki neleri soluyup neleri solumayacağımıza karar vermek dışındaki bütün işleri iptal eden malum heyetten söz ediyorum. Onlar bizim biyoloji solumamıza karşılar. Sırf bizim iyiliğimiz için. Bizim iyiliğimizi bizden daha iyi bildiklerinden herhalde şüpheniz yoktur. Olmamalı. Olmasın.
Aksi halde…
Başınıza olmayacak işler gelebilir, maazallah.
Âlemi fizik terimleriyle kavramanın ne manaya geldiği hakkında bir misal daha vereyim. Fizik bize, âlemin sıfır toplamlı bir oyun olduğunu söyler. Hiçbir şey yoktan var edilemez ve var olan hiçbir şey yok edilemez. Bütün oyun, dönüşümlerden ibarettir. Enerji maddeye, o tekrar enerjiye dönüşür ve saire…
Dolayısıyla, eğer Türkiye mamur ve zengin bir ülke olursa… Demek ki Almanya’nın zenginliğine bir şeyler olacaktır. Bunu siz bilirsiniz de Almanlar bilmez mi? Domuz gibi bilirler. İşte o yüzden Gezi’yi tezgâhlar, Gülen çetesine arka çıkar, aklınıza hayalinize gelmeyecek domuzluklar yapar. Sizin aklınıza hayalinize gelmez ama müfredattan biyolojiyi çıkararak memlekete çağ atlatacak dehalar yemez bunu elbette. Sizin yerinize de her şeye ad koyar, her şeyi tasnif eder ve… Kendileri dışındaki herkes hain, terörist filan olur.
Neyse… Mevzumuza dönelim.
Bir misalle diyeyim diyeceğimi, siz genele teşmil edin.
AB Yunanistan’a yığınla kredi açtı. Yunanlılar bu kredileri zenginlik üretecek şekilde kullanamadılar. Bence haklı sebepleri var, Yunanlıları kınamıyorum. Bunun yerine, o kredilerle mebzul miktarda Mercedes, BMW, Audi satın aldılar. Eğer Yunanlılar bir yolunu bulup zenginlik üretebilselerdi ve bu yolla kazandıklarıyla alsalardı aynı otomobilleri? Almanlar bundan neden rahatsız olsunlar? Şimdi Yunanistan battı ve Almanlar yapmayı bildikleri neredeyse biricik şeyi Yunanlılara satamıyorlar. Yunanlılar batmasaydı, hâlâ Alman otomobillerine müşteri olmayı sürdüreceklerdi.
“Ben kaybediyorsam başkası kazanıyordur” kavramlaştırması —taşralı, kasabalı kavramlaştırması— fizikten mülhem bir kavramlaştırma. Dolayısıyla, bu kavramlaştırmanın ikiz kardeşi olan “benim kazanmam için birilerinin kaybetmesi lazım” da öyle.
Hâlbuki otomobil yoktan var edilmiş bir şey. Evet, fizik kafasıyla bakarsanız, zaten var olan bir şeyler fabrikalarda dönüştürüle dönüştürüle otomobil imal ediliyor. Ama otomobil o dönüştürülmüş maddeden bambaşka bir şey. Otomobilde kullanılan çelikte, kauçukta ve diğer malzemede otomobillik yok. O malzemede saklı bir otomobillik var da, fabrika tezgâhlarında işlenirken açığa çıkarılıyor değil yani.
Otomobil maddenin, daha önce mevcut olmayan bir organizasyonu ve o organizasyondan zuhur eden, daha önce mevcut olmayan bir şey. Her şey öyle. Otomobil ortaya çıkarıldığında, mesela at arabası sahipleri kaybetmiş olabilir. Ama otomobil, at arabalarından bambaşka imkânlar sunan bir şey. Ve daha önemlisi, otomobil sayesinde ortaya çıkan kazanç, at arabası sahiplerinin kaybı ile kıyas kabul etmeyecek kadar büyük. Kimsenin kaybetmediği büyük bir ekstra kazanç var ortada.
Evet, otomobil, petrol türevlerini enerjiye çevirerek ve o enerjiyi kullanarak yol alıyor. Zaten kendisi de muhtelif maddelerin dönüştürülmesiyle imal edilmiş. Filan. Yani fiziğe aykırı işler dönmüyor ortada. Fizikle açıklanamayacak şeyler var.
Fizikle açıklanamayacak ekstra kazanç imkânlarını ortaya çıkartabilecek kabiliyetiniz var mı? Yoksa futbol âlemimizin Reisi gibi, “ulan benim damadın dükkânının yanına niye dükkân açtın” diye hır çıkarmaktan gayrı şansınız yok. Ancak başkası kaybederse kazanabilirsiniz.
Kafanız ve kabiliyetleriniz o kadar olduğunda da…
Seyrediyorsunuz işte…