Biz ve Başkaları

Gençken, kendilerine sosyalist diyen, kendilerini sosyalist olarak gören arkadaşlarımla yaptığımız, bugünden bakınca çok sığ görünen tartışmalarımızda beni teyakkuzda tutan en azından iki soru vardı: (a) İşçiler ve köylülerin kendileri için neyin iyi olduğunu bilmediklerini varsayarak yaptıklarımız, başkalarına, benim kendim için neyin iyi olduğunu bilmediğim varsayımıyla bana buyurma hakkını vermiyor mu ve (b) benim kendim için neyin iyi olduğu hakkındaki o günlerdeki kanaatim hep geçerli mi kalacaktı?

E evet, dedim ya gençlik tartışmalarıydı. Sığdılar. Ama meseleleri sınıflar, sömürü, iktisat gibi alanların dışına taşırmaya da kâfi idiler. Kendimi kendi başıma bir özne olarak değerlendirmeme, bir ordunun neferi olmadan da bir özne olma potansiyeline sahip bir varlık olarak görmeme zemin oldular. Dolayısıyla başkalarını da öyle görmeme…

Soyutlamaya bir araç olarak itirazım yok. Soyutlama olmadan düşünmenin mümkün olmadığının farkındayım. Ama fazla soyutlamaya, ihtiyacı aşacak ölçüde soyutlamaya itirazım var. Diğer bir deyişle, soyutlama konusunda biraz gönülsüz davranmanın iyi olacağı kanaatine de, yukarıda özetlediğim, bugün pek sığ görünen tartışmalar sırasında ulaştım –yani tartışmanın sığlığı, faydasız olduğu manasına gelmiyormuş.

Uzun ve meşakkatli bir yolun şimdiki menzilinde gördüklerimi paylaşıyorum burada. O yolun muhtelif safhalarında, mütemadiyen, “ama herkes kendi kafasına göre davranırsa…” türünden itirazlar karşısında dilsiz kalıyordum. Hissediyordum o itirazların manasızlığını. Ama alet çantamda hissetmekten başka bir araç da yoktu. Şimdiki gençler anlamakta müşkülat çekebilirler ama, eğer bir düzenleyici özne yoksa ve doğru dürüst bir plan yapıp herkesi kendi görevini yapacak biçimde örgütlemezse, kargaşadan başka bir halin mümkün olmadığı kanaati yaygındı. Eh tahmin etmek zor değil, hemen herkes kendisini o düzenleyici öznenin bir unsuru olarak görüyordu.

Bugün hepimizi ırgalayan, devleti ele geçirme şehveti diyebileceğimiz halin, düzen olması için düzenleyiciler olması lazım, demek ki birileri düzenlenecek şeklinde özetlenebilecek (siz fiillerle hafifçe oynayabilirsiniz, mahzuru yok) algının zımnen hemen herkes tarafından kabul edilmiş olmasından kaynaklandığı da düşünülebilir. Düzenleyenlerden olamazsan düzenlenenlerden olacaksan, eh herkes için tercih kolay. Adalet ortadan kalkmış, ülke soyuluyormuş, keyfilik kol geziyormuş… Anlatamazsın kimseye. Bunları anlatamadığın insanlar onları umursamıyor değiller, anlamıyor da değiller. Meselenin o düzlemlerde yürümediğini… Şu son üç noktanın yerine (a) biliyorlar, (b) düşünüyorlar, (c) varsayıyorlar, (d) hissediyorlar –veya uygun gördüğünüz herhangi başka bir fiil– koyarak cümleyi tamamlayabilirsiniz.

Sizi temin ederim ki, memleketin kahir ekseriyeti sizin, benim gibi insanlar. Hemen herkes son yirmi yılda olağanüstü değişti. 28 Şubat esnasında ve sonrasında yaşanan biçimsizlikler hemen herkesin keskin yanlarını törpüledi. AKP zıvanadan çıktıkça bir defa daha törpülendi herkes.

Herkesin hemen her şeyi değişti ama Türkiye’deki sosyal bloklar hakkındaki kabulleri değişmedi. Sorarsan, hemen herkes “yahu milliyetçiyim ama” veya “elbette Müslümanım ama” veya “ben solcuyum ama” diye başlıyor, kişisel macerasında kendisinin nasıl değiştiğini anlatıyor –eğer itiraf yerine de geçen bu şahsi bilgileri onun aleyhine kullanmayacağınızı hissetmişse. Herkesin amaları ne manaya geliyor, kendi amalarınızdan tahmin edebilirsiniz. “Başkalarının milliyetçiliği, Müslümanlığı, solculuğu gibi değil, hatta benim eski hallerim gibi bile değil” diyor herkes.

Yani?

Başkalarının da kendisininki gibi bir macerası olduğunu aklına bile getirmiyor. Aslında 6-7 yıldır her sabah birbirine karşı kışkırtılan insanların, her şeye rağmen gırtlak gırtlağa gelmemiş olmaları da başlı başına delil ki, herkes o amalardan müteşekkil.

Yani?

Kendimiz için kullandığımız cetvel başka, başkaları için kullandığımız cetvel başka. Ve böyle iki farklı cetvelle yaşayabiliyor olmamızın birçok sebebi olabilir ama bana sorarsanız bu hususta en müessir olan şey, şehirlerimizin ölmüş olması, özellikle de otomobillerin şehirleri öldürmüş olması.

“Ne alaka” demeyin. Şehir bizim, bizim gibi olmayanlara değdiğimiz, onların farkına vardığımız yerdir. Ama önemli bir bölümümüz sabah otomobilimize binip bizim gibi olmayan insanların arasından, onlara hiç dokunmadan geçip gidiyoruz. Akşam yine aynı kabinin içinde, başkalarından yalıtılmış olarak geri dönüyoruz. Şehirlerin sosyal mekânları neredeyse öldü. Dolayısıyla başkaları hakkında düşünebilecek, konuşabilecek kadar maddi imkânı olanların neredeyse hiçbiri –bunlara siyasetçiler, siyasetçilere akıl verenler, hatta kamuoyu araştırması falan yapanlar da dâhil– o başkalarında meydana gelen değişimi hissedemiyor. Eski kalıpların bugün de cari olduğu varsayımıyla yapıp ettikleriyle, eski kalıpları hayatta tutuyorlar/tutuyoruz.

Bir yandan “düzenleyenlerden olmazsam düzenlenenlerden olacağım” bilgisi, öte yandan “ben değiştim ama başka herkes aynı kaldı” varsayımı, bir arada, gerçeklikle hiç alakası olmayan bir savaşın cephanesi oluyor. Öteki hakkındaki varsayımlarımız ötekinin yerine kullanıldıkça, sadece kullanılıyor olmalarından kaynaklanan bir tür gerçeklik kazanıyorlar.

Güven Borça ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarının sosyal paylaşım platformunda “algı gerçektir” dediğinde, birçok kişi yerinde zıplamıştı, hatırladığım kadarıyla. Ama algı gerçektir. Çünkü bizim ne yapacağımız, onu nasıl yapacağımız, algılarımıza göre biçimlenir. Dünya da bizim yapıp ettiklerimize göre…

***

Bütün bu lafları etme ihtiyacını neden hissettim? Çalışkan ve namuslu bir insan intibaı veren Bekir Ağırdır, Türkiye hakkında bir şeyler söylüyor, tekrarlıyor duruyordu. Elinde ölçümler vardı ve herkes için ikna edici görünüyordu. 23 Haziran’dan sonra üslubunda hafifçe bir değişim ortaya çıktı. Sanki “a, ama toplum değişiyor” der gibi…

Toplum elbette değişiyor ama zaten değişmişti. Ağırdır o değişimi ıskalamıştı. En azından iki sebeple: (a) Sorduğu sorular, daha önce ölçtüklerinden bulduklarına göreydi, yani cetveli değişmeyeni ölçmek üzere tasarlanmıştı, dolayısıyla da değişmeyeni ölçüyordu ve asıl önemlisi (b) toplumdaki değişime göre değil, değişmeyene göre dizayn edilmiş bir siyaset düzeni vardı.

Şöyle bir misalle derdimi anlatmaya çalışayım:

İnsanlar ayda diyelim ki otuz liralık, belirli bir markadan çikolata tüketiyorlardı ve Ağırdır da onu ölçüyordu. İnsanların aylık gelirleri değişmişti, ellerine kalan parayı harcadıkları ürünler değişmişti ama Ağırdır ısrarla ve sadece belirli markanın çikolata tüketimini ölçtüğü için hep aynı şeyi buluyordu. Ve dahası… Ortada başka bir çikolata üreticisi de yoktu. Sadece o yokluk yüzünden verilen kararı Ağırdır bir ihtiyari tercih olarak değerlendiriyordu.

Tekrarlayayım, bir yandan “düzenleyenlerden olmazsam düzenlenenlerden olacağım” bilgisi, öte yandan “ben değiştim ama başka herkes aynı kaldı” varsayımı, bir arada, gerçeklikle hiç alakası olmayan bir savaşın cephanesi oluyor. Hâlbuki Gezi, hem birinci bilginin ve hem de ikinci varsayımın iflas ettiğinin en somut göstergesiydi. Bizim varsayımlarımıza göre olmaması gerekirdi.

Hatırlatayım: Oldu.