Bu Bize Ders Olsun

Önce —tedbir olarak— iki hatırlatma yapayım.

Bir: Dünyada Almanlık denen şey olmasa, insanlığın ciddi bir kaybı olmaz diye düşünüyorum. Eh, abarttığımı kabul edeyim. Ama yıllardır —her fırsatı değerlendirerek— bunu söyleyip durduğumu da hatırlatayım.

İki: Geçende Ortaylı, Merkel de dâhil mevcut politik aktörleri bizim gençliğimizdeki aktörler ile kıyaslayarak “bunlar o vakitler siyasi partilerde —bırakın başkan filan olmayı— sekreterlik bile yapamazlardı” mealinde bir laf etti. Ben de Akşam’da yazarken, “eğer Hobsbawm ölmeseydi de bugünleri yazacak olsaydı, kitabın adını herhalde Soytarılar Çağı koyardı” mealinde bir laf ettiydim. Nostaljiyi sevmem ama mevcut politik aktörlerin yakın geçmiştekilere kıyasla çok hafif sıklet kaldıklarını düşünüyorum.

Anlaşıldı mı? Tekrarlayayım: “Almanya olalım” veya “Merkel’imiz olaydı” filan diyecek biri değilim. Ama normal bir ülkede olağan bir siyasetin ne tür opsiyonları olur, göstermek açısından Almanya ve Merkel iyi bir örnek.

Şöyle…

Almanya’da, birahanelerde az biraz kafayı bulunca, “biz bir zamanlar” diye lafa başlayan milyonlarca sarı kafalı yaşıyor. “Aslında dünyaya hükmederiz de, şu göçmenler yok mu” diye lafa laf ekleyen… Bismarck’ın adı geçince ceketinin düğmelerini iliklemek için doğrulan… “Ah şimdi başımızda Bismarck gibi biri olacaktı ki” diye iç geçiren…

Bu sarı kafaların önemli bir bölümü Merkel’e oy veriyor…

Du…

CDU önceki gün Eyalet seçimlerinde yaklaşık on puan kaybetti. Merkel, birayı çekince göçmenlere ve Müslümanlara Holocaust hayali kuran, işi tamama erdirdikten sonra da dünyanın fethi için hazırlıklara geçmeyi hayal eden sarı kafaların önemli bir bölümünün oylarını kaybedeceğini tahmin ediyordu. “Madem öyle, biz de Müslümanlara karşı bir savaş başlatalım da oyları kaybetmeyelim” demedi. Yanındaki danışmanların arasında “ama biraz daha sert olsak” diyenler olduysa da, diğerleri onları frenlediler.

Merkel’de “van minut” demeyi biliyordur herhalde. “Yürüyün aslanlar, kim tutar sizi” dese, yanına birkaç tane kefenli avaneyi de dizip “ey Müslümanlar” diye haykırsa, muhtemelen seçimden kayıpsız, hatta belki de kazançlı çıkacaktı.

Almanya ve Merkel —tekrarlayayım— sadece bir misal. Dünyanın bütün toplumlarının ana dokusu aynı. Gaza getirmeye kalksan hayal edemeyeceğin şeyleri yapmaya teşne yüz milyonlar yaşıyor dünyada. Her toplumun sayısız fay kırığı da var. Mesela Almanya’da Kölnlüler Münihlileri köylü, Münihliler ise Kölnlüleri züppe buluyor. Bu küçük kıvılcımın üstüne az benzin döksen, yangın çıkarmak işten değil.

Ama yapılmıyor. Yapılamıyor…

Birincisi…

Yangın çıkarmak marifet değil.

Bilirsiniz, bütün kaplıcalar fay hatlarının üzerinde… Çünkü fay kırıkları, yeraltındaki enerjinin yer üstüne çıkabildiği noktalar. Türkiye’nin sosyal fay hatlarında gerilim, 28 Şubat marifetiyle aşırı biriktirilmişti üstelik. Enerji büyüktü yani. Ve kolayca ulaşılabilir derinlikteydi. Oraya bir sonda atıp durmadan seçim kazanmak marifet gerektirmiyor. 2002’den beri kazanılıp duran seçimlerden bir efsane yaratmanın âlemi yok yani. Elini soktuğu soyun çok sıcak olduğunu hissedebilen her ahmak, “aha burada bizi bütün bir ömür idare edecek enerji var” neticesine varabilir. Bu neticeye varmak için akıl, marifet filan lazım değil.

Akıl, o fay kırıklarında birikmiş olan enerjiyi, toplumun tamamının menfaatine olacak şekilde kullanmak için lazım(dı). Mesela Cumhuriyetin dışarıda bıraktığı kesimlerde birikmiş olan küskünlüğü, “artık kimseyi dışarıda bırakmayalım, başka küskünler imal etmeyelim” kaldıracına destek yapmak da mümkündü ve bu akıl, marifet gerektiriyordu. “Onlarca yıl bize neler ettiler, bunlar olmasa biz memleketi uçururuz” demek ve aynı küskünlerin küskünlüğünü yangına çevirmek ise marifet gerektirmiyor. Herhangi bir anlaşmazlığı mahalle kavgasına çevirmek için iki ahmak kâfi. Biri diğerinin anasına söver, öteki elindeki levyeyi berikinin beline vurur. Tamam.

Kavgaya ara verip, “bir dakika, bir seçim yapalım” dediğinde, istediğin neticeyi elde edersin de…

Ee?

Sonra Ankara’da bombalar patlar. Önümüzdeki günler daha da kötü olacak üstelik.

Şimdi birinci hususu tekrarlayayım: Erdoğan’ın 2002’den bu yana başardığı söylenen ve hakkında övgüler düzülen fiillerinin herhangi biri akıl ve marifet gerektirmiyor. Bunu da şimdi söylemiyorum, 2002-03’ten beri söylüyorum. Ortada ne belagat, ne liderlik, ne de benzer başka bir marifet yok. Sadece kavga çıktığında istediği neticeyi alabileceğini hisseden bir ihtiras var. Ondan da memlekette milyonlarca var.

İkincisi…

Merkel de “başlarım ulan Almanya’nın istikbaline, ben seçimimi kazanayım” demeyi isteyebilir. Dedirtmezler. Kimler dedirtmez? Mesela medya dedirtmez. Mesela üniversiteler dedirtmez. Sivil toplum kuruluşları, rakip siyasi partiler dedirtmez. Yüce Mahkeme dedirtmez. Ama hepsinden önce CDU içindeki organlar dedirtmez.

Türkiye’de?

Türkiye’de de yegâne marifeti basit bir anlaşmazlıktan mahalle kavgası çıkarmak olanları frenleyecek mekanizmalar vardı. Altınoluk’taki mülteci faciası için muhabir göndermeye tenezzül etmese de, iyi kötü bir baskı unsuru olarak medya vardı mesela. Üzerine düşenleri hiç yapmıyor olsa da mahallede tansiyon yükselince “hişt” diyen bir üniversite vardı. Sendikalar, odalar filan vardı.

Kavgayı çıkarmayı kafaya koymuş olan, ahali birbirine girmezse ne kadar vasıfsız olduğunun fark edileceğinin farkında olan Erdoğan, yangına köpük dökebilecek unsurları birer birer etkisizleştirdi. “E iyi de, bu da kendi hesabına bir maharet gerektirmiyor mu” diye aklınıza düşebilir. Gerektirmiyor. 1990’ların ortalarına kadar gerektirebilirdi. O kadar kolay değildi o dönemde böyle bir işin hakkından gelmek. Ama 2002’ye geldiğimizde, bahse konu olan aktörler zaten kendilerini bitirmişlerdi. 28 Şubat sürecinde, kalan son itibarlarını bozuk para gibi harcamışlardı.

Kalan iki unsura bakalım: AKP’nin içindeki sağduyu ve muhalefet.

AKP’ye oy verenlerden söz etmiyorum, onlara istikamet vermek AKP dediğimiz bir öznenin elindeydi. Dediğim gibi, o kitleyi büyük ölçekli bir toplumsal mutabakata razı etmek de, bir kutsal savaşa nefer olmaya razı etmek de mümkündü ve bu tercihi yapacak olan, AKP idi.

AKP, neticede bir tür sosyal kurum. Her sosyal kurumda çalışan dinamikler burada da çalışır. Bir futbol takımında, hemen her futbolcu iki amaca birden ulaşmaya çalışır: Bir yandan takım başarılı olmalı, öte yandan da takımın başarısı olabildiği ölçüde kendisine endeksli olmalı. AKP içinde yer alanlar için de benzer iki hedef aynı anda geçerliydi. Hem AKP seçim kazanmalı, iktidara gelmeliydi. Hem de her bir AKP’li, kapasitesi, imkânları ölçüsünde bu zaferde hisse sahibi olmalıydı. Erdoğan, kendisi dışındakilerin imkânlarını kademeli olarak ortadan kaldırdı. Burada da “e iyi de, bu da kendi hesabına bir maharet gerektirmiyor mu” diye aklınıza düşebilir. Gerektirmiyor. Çünkü Türkiye’nin siyasi partiler mevzuatı, bir partiyi ele geçirebilen her ahmağın bu işi yapabilmesini mümkün kılıyor. Bana inanmıyorsanız, bakınız Çiller, Yılmaz, Baykal, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli…

Neticede Erdoğan, AKP içinden “ya, biz kazanacağız da memleket tarumar olacak, bu yol, yol değil” itirazlarının yükselmesi ihtimallerini ortadan kaldırdı. Geriye muhalefet alternatifi kaldı.

Türkiye’nin mevcut seçim ve siyaset mevzuatı da, siyasi bir muhalefetin ortaya çıkması imkânlarını ortadan kaldırıyor.

Yani bugünkü durum, 12 Eylülcülerin, Evren ve şürekâsının, Aldıkaçtı geri zekâlısının, fabrika gibi memleket tasavvurlarının neticesi. Ben 1990’ların başlarından itibaren, Türkiye’nin mevcut siyaset düzeninin siyaset üretilmesini imkânsızlaştırdığını söyleyip, yazıp duruyorum. Ama memlekette düzen değil, şahıslar konuşuldu. Memleketin medyası şahısları konuştu. Düzen hep korundu. Çünkü rekabet etmeyi bilmeyen, rekabet etmeden bir takım imtiyazlar edinmiş olan herkes mevcut siyaset düzeninin arkasındaydı. Eğer siyaset düzeni aklileştirilirse, başı örtülülerin, dindarların ipleri eline geçirebileceği düşünülüyordu ve akılları sıra buna mani olduğunu düşündükleri sistemi muhafaza ettiler. Şimdi, o korunaklı mevzileri Erdoğan ele geçirince, o mevzilerin geri alınmasını imkânsızlaştırmış olmalarının faturasını ödüyoruz.

Neticede memlekette siyaset yok. Siyaset akıl ve marifet gerektiren bir şey. Mahallede tansiyon yükselince, anlaşmazlığın kavga çıkmadan çözülmesini sağlama işi siyaset. Mesela Merkel, zaten kavgaya teşne olanları taviz vermeye razı ederek, karşılıklı tavizler vermeye razı ederek, kavgasız çözüme ulaştırmaya çalışıyor. Olanca vasıfsızlığıyla, kâh kazanıp kâh kaybederek, mahallenin kavgasız yaşamasını sağlamaya çalışıyor. Siyaset böyle bir şey.

Erdoğan ise, kavgaya o kadar teşne olmayanları kavgaya tutuşturuyor. Yalakaları, her ahmağın kolayca becerebileceği bu işi “vay ne belagat, vay ne liderlik” filan diye pazarlıyor.

Eh, kavga zaten çıkmıştı. Şimdi iyiden iyiye yayıldı. Anlaşılan o ki daha da yayılacak. Mahallede kıyamet kopacak. Ne demişti Temel idam sehpasında? “Bu bana ders olsun.”

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin