Choluteca, Hac, Ulus-Devlet ve Saire

Choluteca Köprüsünün serencamı bize ne diyor? “Kasırga gelecek, yollar kaybolacak, nehrin yatağı değişecek, yaptığınız her şey beyhude, kasmayın” mı diyor? Bence hayır.

Dediğim gibi, dört yanımız Choluteca Köprüleri ile dolu. Sadece Mısır Piramitleri, Efes, Roma yolları gibi maddi unsurlardan söz etmiyorum, mesela Mısır medeniyeti bir Choluteca Köprüsü olarak görülebilir. Antik Yunan medeniyeti de nesiler boyunca inşa edilmiş bir başka Choluteca Köprüsü. Sonra kasırga topografyayı değiştirince… Antik Yunan medeniyetinin üzerinden geçtiği yerden Roma medeniyeti köprüsünü kurmuş birileri. Eğer o Antik Yunan Köprüsü olmasaydı, Roma köprüsünü kuracağı yere geçmiş olamayacaklardı.

Şimdi gestaltçılara müracaat edip, zemin ile figürün yerlerini değiştirelim, yollar ve köprülerin yerine akarsuları koyalım —böyle yapmakla işin esasına dair bir şey değişmeyecek ama benim açımdan anlatım kolaylaşacak. Esasen nehirlerin yatak değiştirmesi, yolların ortadan kalkması, köprülerin manasızlaşması için kasırgalar şart değil, biz topografyayı tedricen ve mütemadiyen değiştiriyoruz. Nehirler mesela, yataklarını aşındırıyor, taşıdıkları toprağı denize döküyorlar. Bir vakitler deniz olan yerler zamanla kara oluyor, kıyı ilerliyor, suyun akması için gereken eğim kayboluyor ve saire…

Tahayyül edin, buhar gücünü kontrol etmeyi öğrenmişsiniz, teknoloji deresi giderek artan bir debiyle akıyor. Öte yandan verimlilik deresi de usul usul akarken, teknoloji deresine karışıyor. İkisi birleşip daha gür —ve giderek gürleşerek— akarken, kıymetli madenler aniden bir yerlerden çağlamış. Artan para sel olmuş geniş alanları basmış. Sular durulduğunda ise, daha önce kurak olan bir yerlerden, burjuvazi yatağından gürül gürül akmaya başladığı görülmüş.

Böyle daha bir yığın şey olmuş. Mesela ulaşım kolaylaşmış.

Diyelim 1700 yılında, bugünkü Fransa topraklarında yaşayanların toplam tüketimlerinin muhtemelen yüzde sekseninden fazlası yöresel ürün olmalı. Belki tuz ve benzeri bazı tüketim maddeleri, bazı yerlere, yüz kilometreden daha uzaktan geliyordu olabilir ama beslenme, giyim ve barınma gibi ihtiyaçları karşılayan ürünlerin büyük çoğunluğu en çok yüz kilometre mesafede üretiliyordur herhalde. Kalan yüzde yirminin on beşi de, muhtemelen, bugünkü Fransa coğrafyasından geliyordur. Olsa olsa yüzde beş gibi bir oran, onun da büyük bölümü lüks tüketim sayılabilecek ve nüfusun ancak yüzde biri kadarını ilgilendiren şeyler, çok daha uzaktan geliyordur.

1800 yılına gelindiğinde ise… Muhtemelen sınır ötesi diyebileceğimiz uzaklardan gelenlerin hissesi beşten mesela sekize çıkmıştır. Ama esasen on beşlik dilim anlamlı ölçüde büyümüş, seksenlik dilim küçülmüştür. Yani? Fransa dediğimiz coğrafyadaki küçük küçük —ve hiçbir yere bağlanmadan buharlaşan— çaylar, dereler birleşmiş, daha büyük ve debisi yüksek bir nehir halini almış. Ulus-devlet dediğimiz şey o nehir. O nehri yapan da, onun malzemesi de biziz, sıradan insanlar. Ortada bir kasırga filan olmadan, kavramlar topografyası köklü bir biçimde değişti yani.

Tekrar bir zemin-figür kaymasına müracaat edersek, o şartlarda bir ulus-devlet inşa etmek, “ama canım şartlar yine değişecek, bu köprü de beyhude kalacak” dememek, bana makul görünüyor. Mesele, şartların şimdi olağanüstü değişmiş olduğunu idrak edememekten, o ulus-devletleri “ama biz ne güzel bir şey yapmıştık, onu asla terk etmeyiz” edasıyla kutsallaştırmaktan, devletperestlikten kaynaklanıyor.

Yani?

Karşıya geçmen gerekiyor, köprüyü yapacaksın. Sonra şartlar değişecek —muhtemelen o köprüyü yaptığın için değişecek, tabiatta her şey, vücut bulduğunda, kendisine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırır— ve köprüyü öyle bırakmak zorunda kalacaksın orta yerde.

***

Dünya ve Türkiye İslamileşiyor mu?

Camilerin konforu arttı, erişilebilirlikleri arttı ama cemaatler azaldı. Bırakın Çamlıca Camiini, en yetkili ağızdan işittiğimiz gibi, Sultanahmet bile dolmuyor. İslam’ın kendisi, kendisi olarak akamayacak kadar enerjisini kaybettiği için, tam bağımsızlık, antiemperyalizm, anti-Batıcılık gibi akarsulara karışıp ancak görünür olabiliyor.

Ve fakat…

İslam’a dair bütün bu tabloya aykırı bir hal var: Hac.

Daha ortada AKP yokken, İslam dünyada bu kadar ideolojikleşmemişken, Hacca kota koymak icap etmişti. Namaz kılanların oranı düşerken, Hac talebi olağanüstü bir biçimde patlamıştı. Ne diyor bu gösterge bize?

Hac, varlıklılara farz olan bir ibadet. İlaveten külfetli. Demek ki dindar denebilecek nüfus daralırken, o nüfusun içinde Hacca gidebilir olanların oranı dramatik bir biçimde arttı. Demek ki… Son iki yüz yılda dünyanın en yavaş zenginleşen coğrafyalarından biri olan İslam coğrafyasında, o coğrafyada en yavaş zenginleşen nüfus olan dindar nüfus bile öyle zenginleşti ki…

Zenginlik öyle sahip olduğunuz şeylerin nominal değeri ile veya en tepedeki yüzde yirmiye dâhil olup olmadığınızla ölçülebilir bir şey değil. Zenginlik alım gücünün ölçüsüdür ve görülen o ki dünyanın dört bir yanındaki Müslüman dindar nüfusun alım gücünün sınırlarının içine girdi Hac.

Hac talebinin patlaması, bir hususun daha göstergesi olabilir. Neticede Hacca gidip gelenlerin anlattığı hikâyelerin önemli bir bölümü, kaçınılmaz olarak, farklı kültürlerin etkileşimine dair olmak zorunda. Dolayısıyla dünyanın bir başka ucunda yaşayan ve kendileri ile sadece bir ortak paydanız olan farklı insanlara temas etmek de kıymet kazanmış, kendisi için külfetin göze alınabileceği bir şey halini almış olabilir.

Her halükarda, camiler boşalırken Hac talebinin patlaması, dünyada yaşanan değişimin önemli göstergelerinden biri. Mevzumuzla alakası? Sözünü ettiğim zenginleşme, uzun süredir, ulus-devletler sayesinde değil, ulus-devletlere rağmen üretiliyor ve eğer Hac talebinin patlamasında farklı olanlara temas etme önemli bir unsursa, ulus-devletler için bir başka alarm daha çalıyor.

Benim açımdan ulus-devletler, her biri, birer Choluteca köprüsü. Mevcudiyetlerini ancak zor kullanarak sürdürebilir hale geldiler —zor kullanarak, yani topografyanın değişimi icabı yatağını değiştirmeye meyyal suyu, kanal açıp köprünün altından geçirmeye çalışarak gibi… Yaşıyor olduğumuzun da bu olduğunu, her ulus-devletin az veya çok zor kullanıyor olduğunu düşünüyorum.

***

Mısırlılar Piramitleri dikerken, herhalde ebedi olduklarını varsayıyorlardı. İslam’ın peygamberi de son peygamber olduğu iddiasıyla geldi. Herhangi bir dönemde yaşayan herkesin tarihin sonunu gördüğünü varsaymasında anlaşılmaz bir şey yok.

Yine de bana, Aydınlanma aklının bir farkı varmış gibi görünüyor. Russell insanlığın tarihini, bir dağı tırmanan birine benzetmişti. Pek de uygun olmayan metotlarla da olsa bölük pörçük bilgiler üretmiş ve dağın zirvesini arkasında saklayan bulutlara doğru yol almıştı. Ama işte… Şimdi, Aydınlanma sayesinde, o bulutların ötesine geçmiş ve ilerideki o muhteşem sarayı —bilimi, bilhassa matematiği— görmüştü. Artık öyle bölük pörçük bilgilere, o bilgileri üretmek için manasız metotlara ihtiyacı yoktu.

Yani?

Aydınlanma aklı kendisinin ebedi olduğunu vehmederken, daha pervasız gibi görünüyor bana. Ve ta başından itibaren hep, ilelebet payidar kalacak eserler verme iddiasında olmuş gibi… Ulus-devletler —sadece Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti değil, hepsi— ilelebet payidar kalacak gibiydiler.

Kalıcılık, değişmezlik, bana öyle geliyor ki, Aydınlanma aklının çok tayin edici takıntılarından biri. Her şeyin olağanüstü hızla değiştiği bir çağda, özün, değişmezliğin bu kadar baskın bir propaganda aracı olarak kullanılabilmesi de, bana hep çok tuhaf göründü. Kalıcılığın bir propaganda aracı olarak bu kadar değer ifade etmesi, bana öyle görünüyor ki, okulun marifeti. Sanayi medeniyeti daha önce hayal bile edilemeyecek oranda nüfusu okullaştırdı. Okullar marifetiyle de ideolojisini, daha önce görülmemiş ölçüde yaydı ve derinleştirdi. O ideolojinin esas bileşenlerinden biri de kalıcılık. Dünyanın gerçekliği ile bu kadar bariz bir biçimde çeliştiği halde kalıcılığın bu kadar değer sahibi olmasını başka türlü açıklayamıyorum.

Ama bahis oynayacak olsam, maddi şartların kazanacağı bahsine oynardım.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin