CHP
CHP, üzerine düşünülüp yazmaya değecek bir aktör gibi görünmüyor…
İdi…
“Bir büyük marifet sergilendi, CHP’ye dair her bir şeyi yeniden gözden geçirme ihtiyacı hâsıl oldu” filan gibi bir vaziyet yok. Ama çorak ovanın bir yerlerinde buz kalktı, toprak görünür gibi oldu. Veya, herhangi bir hayatiyet belirtisi göstermeyen hasta, gözünü mü kırptı, ne!
Yine de CHP hakkında konuşmaya filan hevesim yok. Ama şu son birkaç günde CHP vadisinde olup bitenler üzerinden, siyaset hakkında söyleyegeldiklerimi tekrarlayacağım.
Önce…
CHP hakkında bir kanaatiniz vardır. Canan hanım veya Ümit bey hakkında dişe dokunur bir kanaatiniz yoktuysa da, son günlerde bir kanaat inşa etmişsinizdir. Bunu yaparken gerek CHP’yi, gerek Canan hanımı ve gerekse Ümit beyi bir dizi değer yargısını temsil eden figürler olarak görüyor, onlara atfettiğiniz değerleri kendi değer yargılarınızın mihenk taşına vuruyorsunuz.
Mesele şu ki, bu süreçte sadece CHP, Canan hanım ve Ümit beye not vermiş olmuyorsunuz, sizin değer yargılarınız da değişiyor. Yani aslında bir mihenk taşı yok. Mihenk taşının kendisi değişken. Akşam biri olarak yatıp sabah bambaşka biri olarak kalkabileceğinizi iddia ediyor değilim elbette. Ama olup bitenleri değerlendirmeye çalışırken —bir değerlendirici olarak kendiniz— değişmiyorsanız, zaten mevtasınız. Hesaba katmaya değmezsiniz.
CHP size, kendinizi değiştirmek için herhangi bir fırsat veya meydan okuma sunan bir özne değildi. Uzun zamandır değildi. Şimdi, birkaç günlüğüne, böyle bir fırsat sağladı.
Yani?
Yani, hiç de öyle bir kastı olmadığı halde, hatta muhtemelen tam tersi bir kastı olduğu halde, mecburen, siyaset yapmış oldu.
Bir defa görülmüş oldu ki, “ama medya bize kapalı, bizi haber yapmıyorlar” filan gibi bahaneler yersizmiş. Pekâlâ haber olunabiliyor. İlaveten görüldü ki, CHP’nin temsil ettiğini düşündüğü değerleri paylaşan, paylaşmayan hemen herkes için CHP bir mana taşıyormuş.
Sizin, içinde CHP’nin de yer aldığı topografyaya bakarken istihdam ettiğiniz değer yargılarınıza bir itirazım yok. Kiminiz kırmızı renkli çiçekleri seviyorsunuz, kiminiz kuzuları, kiminiz kurtları. Hepinizin de son derece haklı sebepleri var. Güzel, gösterişli efsaneleriniz var, filan. Hiçbirine itirazım yok ve hepsini de önemsiyorum ilaveten.
Benim de değer yargılarım var. Sizinkilerin imal edildiği tornalarda imal edildi onlar da… Kendi seçmediğim süreçlerde üretildiler. E, evet, ODTÜ Endüstri Mühendisliğinde okumayı ben seçtim ama o seçimi yaparken, üçüncü sınıfta Sistem dersi alacaktı olduğumu, onu bana Kudret Yurtseven’in vereceğini, her nedense dersin girişinde birkaç haftalığına tuhaf bir müfredat takip edeceğini bilmiyordum mesela. Böyle böyle, kardeşinizin şöyle olmasıyla, şu mahallede büyümüş olmakla, tam da dünya işlerine aklınız basmaya başladığı yaşlarda —mesela— Şili’de kanlı olaylar olması veya Hindistan’da selin binlerce kişinin canını alması gibi şeylere şahit olmakla… Akla hayale gelmeyecek bir yığın faktörün etkisiyle bir biçim alır, sonra da değişir, değişir, değişiriz.
Benim hayat çizgimin beni getirdiği yerden baktığımda, çiçekler, kuzular, kurtlar, her biri mana taşıyor —panoramanın ahenginde oynadıkları rol kadar. Bakınız “ahenk” kelimesini kullandım. En son ne vakit duydunuz bu kelimeyi? Belki onu ikame etsin diye icat edilmiş olan “uyum” kelimesini duyuyorsunuzdur. Ama siz de itiraf edersiniz ki, uyum ahengi karşılamıyor. Ahenk ise çoktandır etrafınızda yankılanmıyor. Çünkü, sizin değer yargılarınıza göre, her ne tarafta olursanız olun hemen hiçbirinizin değer yargılarına göre, ahenk talep edilecek bir şey değil. İzan kelimesi de mesela pek dolaşımda sayılmaz.
Ahenk, her birinin özerkliği olan unsurların birbirlerinin adımına adım uydurmasıyla ortaya çıkan bir şey. Uyum ise… Bildiniz. Mevcut olan bir strüktüre uymak.
Çiçekler, kuzular ve kurtlar açısından bakıldığında, her biri, kendilerinden daha büyük, buyurgan bir gücün tasarrufuna uyum sağlayarak hayatta kalmaya çalışıyor gibi görünüyorlar. Hâlbuki benim baktığım yerden bakıldığında, ekosistem buyurgan, kendisini dayatan, bir planı olup da onu ağır ağır hayata geçirmeye çalışan bir şey değil. Çiçeklerin, kuzuların, kurtların yapıp ettiklerinden zuhur eden bir düzen. Edilgen bir düzen.
Canan hanım sayesinde gördük ki, Türkiye’de ortalık, çiçeklenmeye müsait. Bir çatlak bulabilirse başını çıkarıverecek bir yığın müstakbel çiçek var memlekette. Ve yine bu sayede gördük ki, etraf çiçeklenebilse, onları yiyerek karnını doyurabilecek bir yığın kuzu da olabilecek. Çiçeklerin yanındaysanız, kuzulardan nefret edersiniz ve ben de sizi anlarım. Ama ben, eğer kuzular yoksa, bir biçimde, panoramanın ya sadece çiçeklerle bezenmiş, manasız bir yer olacağını veya daha kötüsü —mesela toprak yeterince gübrelenmediğinden— çiçeklerin bile yok olacağını düşünüyor veya hissediyorum. Dolayısıyla şu çiçekleri kuzulardan şu kuzu yemiş, kuzuların birini de şu kurt yemiş, çok da dert etmeyebiliyorum. Çiçeklenebiliyorsa, kuzulanabiliyorsa… İşler yolunda demektir.
Türkiye çiçeklenemiyor. Koyunlar kuzulayamıyor. Kurtlar da aç.
Bütün bu meseleler, toprağın verimsiz olmasından filan kaynaklanmıyor. Buzu küreyecek, toprağı açığa çıkaracak, açığa çıkmış toprağı eşeleyecek bir tür yok ortada. Siyasetçi yok. Meselemiz bu.
CHP’deki mevcut çiçeklenme uzun sürmeyecek. Hemen hepiniz gibi ben de biliyorum ki, Ümit bey Canan hanımı, Kemal bey de Ümit beyi yiyecek. Aslında kimse doymuş olmayacak, Kemal bey bile… Hatta onu bir lokmada yutuverecek olan Tayyip bey bile… Biliyorum, merak etmeyin, “aklını yemiş bu” diye tasalanmayın benim için.
Biliyorum bilmeye de…
Yine de hayal kurmadan edemiyorum işte. Adamın veya kadının biri çıksa, Canan hanımın ve Ümit beyin heyecanlandırdığı, elektriklendirdiği insanları, ortaya kendiliğinden çıkmış olan bu enerjiyi işe dönüştürse, Canan hanımcılar ve Ümit beyciler birbirleri ile didişirken büyüyen enerjiyi… Bildiniz işte. Şu çorak panorama renklense, hareketlense…