Doğrudan İktidar

Tütün tüketimi zararlı değil mi? Petrol endüstrisi çevreyi tahrip etmiyor mu? Çernobil’de gerçek bir felaket vuku bulmadı mı? Öyle, herkesin kendisine göre hakikatlerden söz etmeyi nasıl sürdürebilirim?
Birincisi, tütün tüketimi zararlıdır herhalde, başlamayanların başlamaması için yapılabilecek şeyler yapılsın. Petrol endüstrisinin yaşadığımız çevre problemlerinde ciddi oranda hissesi de vardır. Çernobil’de de gerçek bir felaket vuku buldu. Ama diğer hususlar gibi bu üç hususta da hakikat, meselelerin esrarını çözmüş olduğuna inananların şüphe etmeden dile getirdikleri gibi olmayabilir. Esasında ortada dolanan ve esrarı çözdüğünden emin olanların bilimsel bir kisveyle dolaşıma soktukları hikâyelerin her birinin de sayısız nüansı var.
Kaldı ki, mesela Çernobil —veya Çernobil’in Batıdaki muadilleri— gerekçelendirilirken de bilimsel yaklaşıldı meseleye. Gereklilikleri bilimsel olarak gösterilebilir hâlâ. Ve yine mesela, nüfus kıyameti beklentilerinin temelinde de bilim vardı. Ama nüfus kıyameti gerçekleşmedi. Görünüşe göre gerçekleşmeyecek de…
Dolayısıyla bir yerlerde, herhangi bir mesele hakkında konuştuğunda sadece biricik uygulama planı vazeden, herhangi bir mesele hakkında konuştuğunda o husustaki — sözünü artık değiştirmeyecek manasında— son sözü söylemiş nötr bir metot olarak bilim olduğu varsayımı, kendisi, bir hikâyedir. Post-truth’dur yani.
(Şu tespiti yapıp geçelim: Bilim veya başka herhangi bir ideoloji bize ne yapmayacağımızı/yapamayacağımızı/yapmamamız gerektiğini söyleyebilir en çok, ne yapacağımızı/yapmamız gerektiğini değil. Ve mantıksal olarak A bir şeydir ama A’nın değili (A’) sınırsız bir kümedir. Kavramsal hatalarımızın önemlice bir bölümü, A ile A’ kümelerini simetrik varsaymaktan kaynaklanıyor.
Ama işler mantıksal düzlemden de daha karışık. Milliyetçilik mesela, milliyetçilere ne yapamayacaklarını bile söyleyemez. Milliyetçiliğin kendisi sınırları belirsiz bir kümedir. Bu tespiti, diğer bütün ideolojilere de yayabilirsiniz. Bilimciler bilimi, kendisinden önceki bütün ideolojilerden farklılaştırmak için, bu düzlemde bir fark varmış gibi tarif ettiler —yani bilim ne yapamayacağımızı, neyin yanlış olduğunu, şaşmaz bir kesinlikle tarif ediyor gibi görünüyor. O bile şüpheli.
Daha önce de işaret ettim, bilim insanı olmak üzere çocuk yaşta devşirilmiş biriyim ve insan faaliyetleri arasında en saygıdeğer bulduğum faaliyet alanı bilimdir. Bilimi küçümsemek filan aklıma gelmez. Ama bilim de, diğer bütün ideolojiler gibi, herkesin kendi hakikatine üstünlük —en azından meşruiyet— sağlamak için müracaat edilebilir bir karaktere sahiptir ve zaten de genellikle öyle istihdam ediliyor.)
Demeye çalıştığım şeyi şöyle özetleyebilirim belki: Post-truth tartışmalarıyla asıl gözlerden saklanmaya çalışılan şey, belirli bir süredir diğer bütün ideolojilere kıyasla imtiyazlı bir pozisyonu işgal etmekte olan bir ideolojinin, kendi hakikatini biricik hakikat (the truth) olarak dayatmayı sürdürme çabasıdır. Bahse konu olan ideoloji bilimsel filan değil ama kendi meşruiyetini ve imtiyazını bilimsel olma iddiasından devşirmeye çalışıyor. Diğer ideolojilerden daha bilimsel değil ve fakat olsaydı da fark etmezdi. Neticede o da bize, herkesin kendi hakikatinden daha fazlasını sağlayamaz, sağlayamadı.
Dolayısıyla meseleyi hakikat düzleminde tartışıp durmanın bir manası yok. Bizi hakikat minderine çekmeye çalışanlar, esasında kendi hakikatlerini herkesin hakikati olarak dayatmaya çalışıyorlar. Bunu kötü olduklarından, kötülük olsun diye yaptıklarını düşünmüyorum. Ama elimizdeki bilim enstrümanını yavaşça yere bırakıp, dilimizdeki bilim lafını atlayıp konuşmaya başlamazsak, bir arpa boyu yol kat etmemiz mümkün değil. Milliyetçilerin de bilimsel görünümlü dayanakları var, ulusalcıların da, küreselcilerin de, sosyalistlerin de, kapitalistlerin de…
Mevcut tartışma kipinin, içinde yaşıyor olduğumuz kırılmayı önceki kırılmalardan farklılaştıran esas faktörü görmemize mani olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar iktidarı bir kişiden bir başka kişiye, bir aileden bir başka aileye, daha sonra bir zümreden bir başka zümreye, daha da sonra bir sınıftan bir başka sınıfa devretme sancıları yaşandı. Şimdi ise iktidarın dağıtılmasının sancılarını yaşıyoruz. İktidarın kitleler tarafından paylaşılması, uzun süredir, söylem bazında dolaşımda. Ancak ilk defa gerçek bir olabilirlik olarak iktidarın atomize edilmesinin eşiğine geldik. Buraya gelebilmiş olmamızı, elbette kısmen bugüne kadar yaşadıklarımızdan edindiğimiz tecrübeye, sosyal öğrenmeye borçluyuz. Ama kısmen de teknoloji sağladı “bu defa olabilir” diyebilecek duruma gelmemizi.
Daha önce bir misal olarak vermiştim ve önemsiyorum. Bugün bir restorana girip karnınızı doyurduktan sonra ona not verebiliyorsunuz. Restoranları veya başka ürün/hizmet üreticilerini notlamak, notlayabilecek güce sahip olmak çok önemsiz bir adım gibi görünebilir ama esasında çok büyük bir adım. Bundan kırk yıl önce, daha demokratik bir dünya tasavvur edenlerin bile aklına gelmeyecek, imkânsız görünen bir güç devridir bu. Biz bu adımı çok önemsemiyoruz, çünkü —dediğim gibi— hayal bile edemeyeceğimiz bir şeydi. Gücün kitlelere yayılmasının bu misali, bize yabancı. Biz denetimi, denetim amacıyla örgütlenmiş ve müşterilerin adına bu işi yapacak kurumlar vasıtasıyla gerçekleştirmeyi ancak hayal edebiliyorduk. Mesele o kurumları inşa etmek ve o kurumların bu işi —belirli bir kesim adına değil— hepimiz adına yapmasını sağlamaktı. Şimdi gerçekleşen şey doğrudan güç kullanımıdır —yani doğrudan iktidar.
Taçlanan baş akıllanır. Gücü eline geçiren kitleler de akıllanacak. Şimdiye kadar herkesin kendi hakikati, güç sahiplerinin the hakikat olarak dayattığı hakikate karşı zayıftı ve biricik mühim vasfı muarız olmalarıydı. Dolayısıyla —nasılsa gerçekliği tayin etmekte müessir olamayacakları için— kolaylıkla ve sorumsuzca savrulabiliyor, uçlara taşabiliyordu. Şimdi mihenk taşı olan merkezi hakikat dağılırken, her bir hakikat diğeri ile doğrudan temas ediyor. Her biri ötekini, bundan önceki merkezi hakikat yerine koyup şirretleşiyor.
Geçecek bunlar.