Dün, Yarın
Yanlış hatırlamıyorsam Black Swan’da Taleb şöyle bir misal vermişti. Odanın ortasına bir buz heykel konsa, makul bir süre sonra nasıl bir manzarayla karşılaşacağımızı –heykelin eriyeceğini ve etrafın ıslanacağını– tahmin etmek zor olmaz. Ama eğer girdiğimiz odada yerin ıslak olduğunu fark edersek, ıslaklığa sebep olan şeyin bir vakitler nasıl bir biçime sahip olduğunu –o da eğer ıslaklık erimiş bir buz heykelden kaynaklanıyorsa– tahmin edemeyiz.
Taleb mevzuu nereye bağlamıştı, hatırlamıyorum. Ama sözünü ettiği şey, sık sık dile getirdiğim İkinci Kanunla alakalı bir hal. Masanın üzerindeki kahvenin sıcaklığının, kahve eğer orada unutulursa, neticede oda sıcaklığına yakınsayacağını tahmin edebiliriz.
Ama dünya sadece bu tür süreçlerden mürekkep değil. Bir de tam zıddı karaktere sahip olan süreçler var. Mesela el değmemiş ormanlarda, daha önce hiç görmediğimiz bir biyolojik türle karşılaştığımızda, onun genetik kodunu analiz edip, hangi safhada hangi türden ayrıştığını filan tahmin edebiliriz. Lakin aynı türün, mesela bir milyon yıl sonra nasıl bir popülasyona sahip olacağını, genetik kodunun nasıl değişeceğini filan tahmin edemeyiz.
Birinci türden –nereye gidiyor olduğunu tahmin edebileceğimiz– süreçler için, iyi kötü bir teorimiz var: İkinci Kanun. İkinci türden –nereden geliyor olduğunu açıklayabileceğimiz– süreçler için bilimsel bir teorimiz yok. Yani var da, evrim teorisi adını verdiğimiz bu birikimin ciddi bir defosu var. Bilimde teori denen şeyden en büyük beklentilerimizden biri, bize geleceği tahmin kabiliyeti sağlaması. Evrim teorisi ise –geleceği tahmin edememekle kalmıyor– geleceğin tahmin edilemez olduğunu söylüyor.
***
Bütün bunları tekrarlamama sebep olan şey, Cumhuriyet’te Ruşen Çakır ile yapılan söyleşi (http://t24.com.tr/haber/rusen-cakir-akpnin-cemaat-stratejisinde-yeni-bir-akil-ve-kumanda-merkezi-var,317635).
Devam etmeden birkaç tespit yapayım:
1980’lerde, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, dinin geri dönüşü diye adlandırılabilecek bir sosyolojik dönüşüm başladı. En azından öyle bir dönüşüm yaşanıyor olduğu hususunda yaygın bir mutabakat oluştu ve pek çok kişi süreci anlamak için kafa yordu. Sayısız makale, çok sayıda kitap yayınlandı. Yayınlanan çalışmaların ortak kanaati, hızla büyüyen zenginliğin doyuramadığı bir insani açlığın mevcut olduğu, başka herhangi bir alternatif ortaya çıkmadığı için de dinin bu açlığı doyurmaya biricik aday olarak temayüz ettiği yolundaydı.
Yani –benim kavramlarımla söylenecek olursa– Aydınlanma Aklı insanoğlunu yeniden örgütleyerek ve on binlerce yılda birikmiş olanı sıçrama tahtası olarak kullanarak, maddi refahı olağanüstü kısa bir süre içinde, tahmin bile edilemeyecek ölçüde yükseltmişti. Bu süreç boyunca kendi mevcudiyetimize bir mana aramak zorunda kalmamıştık, çünkü yoksulluğu ortadan kaldırmak zaten kendi başına, her hayat için kâfi bir mana sağlıyordu. Ama yoksulluk buzu odanın ortasında eriyince…
***
Ian Morris, Why The West Rules – For Now adlı kitabında, daha önce de söylemiş olmalıyım, Batı’da tektanrılı dinlerin, Doğu’da Budizm’in ortaya çıkmasını, toplumların iktisadi gelişimlerinin önemli kilometre taşları olarak görür. Dinlerin sosyal gelişmişlik tarihinde önemli unsurlar olduğu, pek çok ladini düşünür tarafından da kabul edilen bir görüş. Morris yeni bir şey söylemiyor yani. Ancak iktisadi olan ile sosyal olanı iç içe ele aldığı için, belki biraz daha şık bir ifade oluyor Morris’inki.
Mesele şu: Eğer Morris’in yaklaşımını geçerli kabul edeceksek, dinlerin ortaya çıkışlarındaki rolleri ile şimdi geriye döndüklerinde üstlendikleri roller birbirinden çok farklı. Dinler toplumların yeniden örgütlenmesini, daha öncekinden farklı biçimlerde örgütlenmesini sağlayarak yoksulluğun geriletilmesine ve zenginliğin daha yaygın olarak paylaşılmasına yardımcı olan enstrümanlardı. Yani şimdikine kıyasla çok daha dünyevi idiler. Dünya ile hiç alakası yokmuş gibi görünen unsurları bile, neticede sosyal dünyanın daha verimli bir biçimde örgütlenmesine yol açtıkları için oradaydılar.
Dinler, daha önce hayal bile edilemeyecek ölçüde karmaşık sosyal yapıların inşasını sağladılar. Hıristiyanlık öncesi Roma İmparatorluğu ile Hıristiyanlık sonrası Roma İmparatorluğunun örgütsel karmaşıklığı arasında dağlar kadar fark var. Ama asıl önemlisi, bize okullarda Karanlık Ortaçağ olarak öğretilen Avrupa Ortaçağında, yani Roma İmparatorluğunun çöküşünü müteakip ortaya çıkan Avrupa’da, neredeyse sadece Hıristiyan örgütlenmeler var. Avrupa Ortaçağının bize öğretilen gibi bir şey olmadığı konusunda, özellikle 90’ların ikinci yarısından başlayarak, yaklaşık on yıllık bir dönemde sayısız araştırma yayınlandı. Bugün biliyoruz ki, ileride insanoğlunu yoksulluktan kurtaracak birikim o dönemde mayalandı. Aynı dönem, İslam coğrafyası için ise zaten zirve dönemiydi ve zenginliğin insanlık tarihi boyunca o döneme kadar görülmemiş biçimde yaygın paylaşımında İslam temel taşıyıcı unsurdu.
Böyle bakınca dinler bir sosyal teknolojiydi. Herhangi bir teorik/bilimsel dayanağı olmayan ama ampirik dayanakları olan sosyoloji ve iktisat bilgilerinin kaynağı ve yayıcısı idiler. Bugün, sahip olanın sahip olduğunu paylaşmakla kendisini daha iyi hissetmesinin biyolojik mekanizmaları hakkında ciltler dolusu yazabilir, veren elin alan elden hayırlı olduğunu teorik olarak ortaya koyabiliriz. Sahip olunanın paylaşılmasıyla zenginliğin sadece paylaşılıyor olmadığını, aynı zamanda artıyor olduğunu da teorik olarak açıklayabiliriz. Ama teknolojiler, genellikle, bilimden önde gider. Sinan, Süleymaniye’nin kubbesinin neden ayakta durduğunu açıklayacak hiçbir bilgiye sahip değildi. Uçakların neden uçuyor olduğunu açıklamakta hâlâ zorluk çekiyoruz –bildiğimiz aerodinamik kanunlarına göre uçamamaları gerekir. Ama kubbeleri diktik, uçakları uçurduk. Dinler de bir teknolojiydi, neden çalıştıklarını açıklamasalar da çalışan karmaşık sosyal örgütlenmelere kaynaklık ettiler. Daha barışçı ve daha zengin olmamızda yardımcı oldular.
Sinan devasa kubbeleri diktikçe, daha büyüklerini denedi. Daha estetik olanları yaptı. Dinler için de öyle oldu. Aslına, özüne sadık kaldıkları için değil, başarılarından ilham alarak durmaksızın yeni yorumlarla zenginleştikleri için, daha da karmaşık toplumlara destek oldular. Yeni yorumlar yeni mezheplere, yani çeşitlenmeye yol açtıkça, sosyal doku daha da karmaşıklaştı.
Filan…
***
Toparlamaya çalışayım.
Bir: İkinci Kanunun değil de evrimin konusu olan süreçlerde –yani mesela dinlerin tarihi gibi süreçlerde– ne olacağını tahmin etmek mümkün değil. Olanın neden olduğunu açıklıkla ortaya koyabiliriz ama bundan böyle neyin olmasına yol açacağını kestiremeyiz. Dolayısıyla Ruşen Çakır IŞİD’in, Gülen çetesinin, AKP çetesinin neden ve nasıl ortaya çıktıklarını ve şimdi oldukları gibi olmalarının sebeplerini ortaya koyabilir. Ama aynı akıl yürütmeyle geleceği öngöremez. Hiçbirimiz öngöremeyiz. Sadece şunu –belirli bir emniyet seviyesiyle– söyleyebiliriz: Din başlığı altında toplanan şeyler her neyse, çeşitlenecek, çeşitlenmeyi sürdürecektir.
İki: Dinlerin bugün üstlendikleri rol, yani mana kaybını telafi rolü, evrim teorisi terimiyle söyleyecek olursak, bir eksaptasyondur. Eksaptasyon denen şey, bir fonksiyonu üstlenen bir organın, hiç hesapta olmayan bir başka fonksiyon için işe yaraması hali olarak özetlenebilir. En yaygın olarak müracaat edilen eksaptasyon misali, kanatlardır. Isıyı korumakta işe yaradığı için evrimleşen kanatlar, kuşların uçmasını sağlamıştır. Dinler de, dinlerin kurumsallaşmasından yüzlerce yıl sonra doğmuş ve dinlere maruz kalmış bizler için son derece normal görünse de, bize normal görünen fonksiyonlarını –yani mana âlemine dair oldukları varsayımını– çok yenilerde kazandılar.
Üç: Ancak İslam özelinde bakıldığında, dinin yaşıyor olduğu yegâne eksaptasyon mana kaybını telafi yönünde değişim de değil. Bir yandan da dünyanın mevcut paylaşımına yönelik şiddetli ve haklı bir muhalefet de İslam şemsiyesi altında gerçekleşiyor. Artık mesele zenginliğin paylaşımından ibaret değil, itibarın eşitsiz ve manasız paylaşımına bir itiraz var.
İlk ortaya çıktığında IŞİD denen şey için ne düşünüyorsam, şimdi de aynı şeyi düşünüyorum. Sonları New York Çeteleri filmindeki gibi acılı ve acıklı olacak. İşleri bittiğinde, tepelerine yağdırılan bombalarla bire kadar kırılacaklar diye tahmin ediyorum. Ama bu süreçte onları sahaya sürüp sonra da tepeleyecek olanların hiç hesaba katmadıkları şeyler oluyor. İslam birbirinden çok farklı istikametlere doğru türleşiyor. İslam’da meydana gelen türleşmeyi –Kalvinist Müslümanlar, İslam Rönesans’ı, İslam’da Protestanlaşma filan gibi– Hıristiyanlık tarihinden ödünç alınan kavramlarla açıklamaya çalışmak, bence beyhude. İslam kendisine yepyeni yollar arıyor ve dünyanın mevcut hali açısından bakınca, bu sağlıklı bir reaksiyon. Ancak İslam’ın arayışlarının IŞİD, Erdoğan, Gülen gibi kompleksli öznelerin tekeline giriyor olması, yine dünyanın mevcut sosyal örgütlenme seviyesine bakınca, hayal kırıcı, hatta acıklı bir hal.
Her halükarda, insanlığın çözmesi gereken iki acil problemle karşı karşıya olduğumuz gerçeği değişmiyor: (a) Maddi zenginliğin karşılamadığı çok temel ihtiyaçlarımız var ve bu ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek yepyeni sosyal örgütlenme tarzlarını icat etmek zorundayız ve (b) bugün bin yıl öncesine kıyasla daha adil bölüşüyor olsak da, bin yıl önceki nesillere kıyasla daha iyi insanlar olduğumuz için, olandan daha adil bölüşüme ihtiyaç duyuyoruz, yeni bölüşüm teknolojileri icat etmek zorundayız. İslam yeni icatlara kaynaklık edebildiği ölçüde hayat hakkı kazanacak. Mevcut aktörler ise, üç yüz yıl önce icat edilmiş formülleri İslam dünyasına tatbik etmekle meşgul.