Dünyanın Bütün Şehirlileri, Birleşin!

Türkiye’de, özellikle CHP hakkında ve daha da özellikle Baykal üzerinden konuşulacak çok şey var da, biz önce Le Pen ile hesabımızı kapatalım.

Sarkozy’i özlemişti iseniz, görünüşe göre, Fransa onu aratmayacak bir soytarı buldu. Beni alakadar eder mi? Hayır. Çünkü Le Pen yüzde 34’te kaldı.

Uluslararası sermayenin plastik çocuğunu işaret edip “Le Pen, Le Pen deyip duruyordun, bu muydu içine sinen” demeyin, Macron denen şey, evet ben de farkındayım, tırnak ucu kadar sahicilik ihtiva etmeyen bir tuhaf icat. Hani özellikle bulunmuş, seçilmiş, biçimlenmiş gibi. Çok mahir merkezlerde çok özel ve çok uzun çaba harcanmasa, malzeme de çok çok uygun olmasa, bu kadar sentetik bir şeyi imal edemezsiniz. İnsan olduğuna dair biricik işaret, gördüğüm kadarıyla, karısı.

Tamam mı? Anlaştık mı? Macron can sıkıcı bir icat.

Tamam. Anlaştık. Ama… Daha önce söyledim, Le Pen’in ağır bir yenilgi alması, Le Pen’in yenilmesinden başka bir mana taşıyor benim için. Dünyanın uçurumun kenarından dönme iradesi göstermesi manasını… Fransızlar bu işi bihakkın yerine getirdiler. Macron gibi birinin karşısında, ola ola yüzde 34. Bu iş bitmiştir.

Artık diğer hususlara geçebiliriz.

Mesela Macron gibi şeyleri imal ederek demokrasileri rehin alan uluslararası sermayenin karşısındaki halimize…

Bütün eski arkadaşlarım, eski tüfekler, AKP çetesinin neferi olmayı reddetmiş İslami hassasiyeti yüksek dostlarım, yürekleri kapladıkları yerden çok büyük olan bütün saygıdeğer insanlar, sermayenin arsızlığından, azgınlığından, frenlenemez gibi görünen yükselişinden bezmiş durumdalar. Ben meseleye onların (yani muhtemelen sizin) baktığınız gibi bakamıyorum.

Uluslararası sermayenin azgınlığını, arsızlığını görmüyor değilim. Yol açtığı insani ve sistematik trajedileri önemsemiyor da değilim.

Ama…

Hikâye uzun.

Dünya 1980’de —Japonlar değeri düşmesin diye ellerindeki dolarları yakmak zorunda kalıp sonra da bitmez tükenmez bir stagflasyona girdiğinde— bir tuhaf faza girmişti. Yirmi yıl süren yüksek, çok yüksek, aşırı yüksek enflasyon rejimleri, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş parasal yoğunlaşmaya yol açtı. Yine de, mesela 2000 yılındaki dünyanın en zengin insanları listesi, bugünkü listenin yanında komünist Arnavutluk’un telefon rehberi gibi kalır. Bugün dünyanın her yerinden pıtrak gibi dolar milyarderi fışkırıyor.

Neden?

Çünkü dolar çok ve…

Bir vakitler, bir yerlerde yaptığım benzetmeyle anlatayım. Para dediğiniz şey bir tür yağmur olsun. Dünyanın üstüne yağan bir şey. Her yere aynı şiddette yağmıyor olmasıyla da yağmuru andırıyor zaten. 2000’den sonra dünyaya yağan dolar miktarı, aşırı miktarda arttı. Her yere eşit bir biçimde yağmasa da, hemen her yerdeki yağış arttı. Mesele şu ki, paranın toprağa düşüp, sonra dereler halinde akıp, derelerin birleşmesiyle nehirlerin oluşması filan gibi hallerden uzaklaştık. Devasa kanallar inşa edildi bu süreçte ve toprağa düşen para, neredeyse hiçbir yere uğramadan, doğrudan belirli havuzlara ulaşmaya başladı. (Yeri gelmişken… Para miktarının bu kadar artmasına rağmen enflasyonun yükselmemesinin bence birinci sebebi, paranın giderek daha az el değiştirerek nihai havuzlara ulaşıyor olması. Neyse…)

“Bir milyon dolar kazanmak için çok çalışmak gerekir” demiş adam, “bir milyar dolar kazanmak için çok çalmak, on milyar dolar kazanmak için savaş çıkarmak”. Şimdi ortada, savaş mavaş çıkarmadan on milyarlarca dolar kazanan bir yığın adam var. Savaş çıkarmak yerine, mesela Macron imal edip, Fransa’nın tepesine monte ediyorsunuz, oluyor. Dünya değişti yani… Kanal inşa etmek derken kastettiğim de Macron imal etmek türünden işler…

Hoş bir şey mi, para babalarının Fransa’nın başına bir yapma bebek monte edip kanallarının akıbetini garanti edebiliyor olmaları? Değil. Bu kanallar vasıtasıyla toplum içindeki parasal eşitsizliklerin sürdürülebilmesi ve büyütülebilmesi hoş bir şey mi? Değil. Ama bugün tecrübe ettiğimiz hal, bana öyle geliyor ki, Graeber’in Borç isimli kitabında dediği gibi, döngüsel bir halin bir safhası. Dönemsel bir şey. Borç, kölelik ve para, buzul devirleri gibi yükselip gerileyerek çevrimlerini sürdürüyorlar.

Mesele şu ki, herkesi eşit derecede vurmasa da, içinde yaşadığımız borçlandırma ve köleleştirme süreci, dünyanın her yanındaki hemen herkesi, hem emlak balonunda varını yoğunu kaybeden orta sınıf beyaz —veya beyazlaştırılmış— Amerikalıları, hem tepelerine Macron monte edilmiş Fransızları, hem de Trump’ın Amerika’da istemediği Hispanikler ile Le Pen’in Fransa’da istemediği kara çocukları vuruyor. Le Pen’in kazanması, yükselen dalganın altında kalanların, aralarında bölünüp birbirlerine düşmeleri ihtimalini büyütecekti. Şimdi bertaraf edilen tehdit, bence bu.

Kalanını, yani borçlandırma ve köleleştirme sürecinin çevrimini tamamlamasını tabiat kanunları halledecek.

Macron kazandı. Macron’u icat ve imal edenler de kazanacak. Ama bu dalga o safhaya geldi ki, yüreklerine hayran olduğum insanların içlerini acıtan bu dalga, o dalganın tepesinde sörf yaparken bizlere böceğe bakar gibi bakanlar için de manasını kaybetti. Hepimizin borçlu olduğu yerde, hepimizin daha da çok borçlu olabilmesi için hepimize daha çok kredi açılması gerekiyor. Açılan her kredi eskisinden daha riskli kredi, dolayısıyla borçlulara daha yüksek fiyatlarla açılması gerekiyor ve bu da borçluluğu geometrik bir hızla tırmandırıyor.

Farkındayım —çünkü ben de tecrübe ediyorum— ki, sözünü ettiğim süreç, sayısız şahsi trajediye yola açıyor. Ama işe Moiz’in tarafından bakınca dünya başka türlü görünüyor. Moiz kara kara düşünüyormuş. Karısı “hayrola, neyin var” diye üsteleyince, “Mişon’a şu kadar borcum var, yarın vadesi doluyor ve ödeyemeyeceğim” demiş. “A, buna mı canını sıkıyorsun” demiş karısı, pencereyi açmış ve bağırmış, “Mişon, Moiz yarın borcunu ödeyemeyecek” diye… Sonra Moiz’e dönmüş, cilveleşerek, “artık Mişon düşünsün” demiş.

Mişon, uzun süredir, sizin zannettiğinizden daha çok düşünmek zorunda kalıyor. Düşünüyor, düşünüyor ve… Para basıyor. Yeryüzüne yağan para miktarını artırıyor. Havuzlar doluyor. Bu arada sizin borcunuz artıyor ama cebinizde de akıllı telefonlar var.

Ya!

Kapitalizmin yükselmeye başlamasıyla başlayan yeni dalganın zirve yaptığı dönemlere denk geldik. Bundan mesela yüz yıl önce, Ford gibi bir adamın bile sahip olmayı hayal edemeyeceği servetler şimdi bir yığın ne iş yaptığı meçhul adamın elinde toplanmış durumda. Onların sayıları da, sahip oldukları servetlerin büyüklüğü de giderek artıyor. Dahası, Ford, kendisinden yüz yıl önce hayal bile edilemeyecek servetler kazanmıştı.

Ee?

Ford’dan önce Ford’un yaptığına benzer işleri yaparak servet kazanabilir olmak da hayal edilemiyordu. Servet kazanmanın biricik yolu —Vatikan gibi dünyanın dört bir tarafına kanallarla bağlanmış özel konumları hesaba katmazsak— bir savaş baronu olup, geniş topraklar ele geçirip… Bildiniz işte, yüz binlerce kişiyi serf statüsünde sömürmekti. O dönemde sömürülenlerin “bana sunduğunuz şu hizmeti istemiyorum, mukabil olarak da şu kadar daha az sömürülmeyi talep ediyorum” deme şansları da yoktu. Bugün var. Bugün sizi/beni borçlandırmak isteyenler, karşısına Le Pen gibi birini dikip Macron gibi birini bize kazıklayabilmek zorundalar. Macron da Fransızları bir yığın şeye razı etmek zorunda. Filan…

Yani, demem o ki, (a) düne göre çok daha iyi şartlarda yaşıyoruz, (b) yarın daha iyi olacak —çünkü ilaveten bir dalganın zirve yaptığı dönemdeyiz.

E, evet, üzerinde düşünülmesi gereken, çözülmesi gereken, iyileştirilmesi gereken çok şey var. Ama bu şeylerin büyük bölümünü biz, kortekslerimizle yapmayacağız. Küresel bir akılla, bizi doğu Afrika’nın savanlarından buraya getiren metotlarla yapacağız.

Sermaye küreselleşiyor. Karşısındaki hasmın, sermayenin küreselleşmesinden zarar görenlerin küreselleşemiyor olması, sermayenin küreselleşmesinden en çok kaygı duyanların en korkması gereken şey.

Şöyle söyleyeyim. Dünyada küreselleşme diye bir şey var ve bir yığın kişi, muhtemelen sizler de, küreselleşme tabirini duyduğunuzda yüzünüzü ekşitiyorsunuz. Çünkü —iddia ediyorum ki— sadece sermayenin küreselleşmesi tarafına bakıyorsunuz işin. Ama küreselleşmenin bir yığın, dallı budaklı boyutu var. Amerika’nın Hispanikleri ile Fransa’nın kara çocuklarını birbirine eklemleyen bir boyutu var mesela ve Amerika’nın beyazları ile Fransa’nın beyazlarını birbirine eklemleyen bir boyutu da… Eğer Hispanikler ve kara çocuklar bir yanda, beyazlar öte yanda kalırsa, eğer beyazlar kendi borçlarını ve kölelik sözleşmelerini, Hispaniklere ve kara çocuklara yıkarak erteletebileceklerini varsayarlarsa, vay geldi başımıza.

Le Pen, beyazlara “borçları bu kara çocuklara ödetebilir ve bir süre nefes alabiliriz” hayali satmaktı. Fransızlar bu kestirmeyi tercih etmediler. Kara çocukları —onlarla itişip kakışmayı sürdürme hakkını elbette saklı tutarak— küresel sermayeye satmadılar. Helal olsun Fransızlara. Artık bir imkân var elimizde. “Dünyanın bütün borçluları birleşin” deme imkânı… Ve bu imkân, bence, şu safhada ümit edebileceğimiz en büyük imkândı. Hiç de az bir imkân değil.

Fransa’nın şehirli, okumuş çocukları, kara çocukları küresel sermayeye satmadı. Kendi borcunu, kendi kölelik ihtimalini, kendisinden daha güçsüzlere ciro edip işin içinden sıyrılmaya kalkmadı. Fransa’nın köylüleri, kasabalıları bu cazip anlaşmaya şehvetle destek verdiler hâlbuki.

Dünyanın bütün şehirlileri birleşin.

Birleşin, küreselleşin. Küreselleşmeyi sermayenin tekeline bırakmayın.

Bu safhada artık dilerseniz, demokrasi denen şeyin, bilhassa da yönetimde istikrar adına yürütmenin bir tek elde toplanması gayretinin maliyeti hakkında uzun uzun konuşabiliriz. Şimdi değilse de, yakında…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin