Düşmana Benzememek

“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” demiş İzzetbegoviç.

Nasıl bir bağlam içinde demiş, bilmiyorum. Hayatının hiç değilse bir döneminde savaş ve düşman kelimelerinin nelere karşılık geldiği aşikârdı. Bu lafı o dönemde mi etmişti, onu bile bilmiyorum.

Şimdi, Türkiye’nin Güneydoğusunda yaşayanların büyük bölümü için savaş denince neyin, düşman denince kimin akla geldiğini tahmin etmek müşkül değil. Türkiye sınırlarının güneyinde durum biraz daha bulanıklaşıyor mesela. Savaş diye adlandırılmayı daha çok hak edecek bir konjonktür var, bu hususta herhalde mutabıkız. Ama savaş kimlerle kimlerin arasında, Irak’ın kuzeyinde yaşayan herhangi bir orta yaşlı kadın için düşman kim, herhalde Liceli bir Kürt akranı için olduğundan daha bulanık.

Ya bizim için? Mesela Ankara’nın mutena bir muhitinde oturmuş bunları yazan benim için? Her şey çok daha bulanık.

Öyle mi?

İzzetbegoviç’in lafı, galiba, tam da bizim durumumuzda —yani savaş ve düşman kavramları bulanıklaştıkça— daha da berraklaşıyor. Çünkü herkesi kendisine benzetmeden huzur bulmayacakmış gibi görünen bir adam ve giderek şirretleşen bir çetesi var. Kendilerine benzemeyen herkesi düşman olarak kodlamış, yedi düvele savaş açmış, savaş şartlarında oldukları için her şeyi —her türlü ahlaksızlığı, yalanı, çarpıtmayı, şiddeti— mubah gören bir özne. Hepimiz bu sürecin taraflarından biriyiz. “Ben değilim” demekle içinden sıyrılamayacağımız bir safhaya getirildik, o meşum “bitaraf olan bertaraf olur” çıkışından itibaren, hızla. Bu bir savaş. Tam da ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilecek bir savaş. Savaş diye adlandırılmayı hak etmeyecekmiş gibi görünen, öyle göründüğü için iyice mide bulandırıcı bir nitelik kazanan, tiksindirici bir savaş.

***

Dün, sağlık alanında bir hayli yatırım yapmış, genç sayılabilecek biriyle tanıştım, tesadüfen. Laf döndü dolaştı, Türkiye’nin sağlık hizmeti ihracatında 2000’lerin başlarında meydana gelen beklenmedik patlamaya geldi. Birkaç cümle sonra, sağlık sektörünün grafiğinin durağanlaştığını, inişe geçeceğini, bu pastayı bize yedirmeyeceklerini söyledi. Hâlbuki birkaç cümle önce, devletin yaptığı mevzuat düzenlemeleriyle, sağlık alanındaki yatırımcıları manasız bir biçimde bezdirdiğini söylemişti.

Bunları söyleyen adam AKP’ye karşı değil. Öyle olsaydı, hiç fütursuzca, ağzını doldura doldura, “Amerikan firmaları Hükümete baskı yaptı, onlar da sağlık sektörünü öldürecek düzenlemeleri yaptılar” derdi. Bu adamcağız çaresizdi. Ben üzerine varınca, gülerek, “Ya, ‘kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz’ demek işimize gelmediğinden, ‘bu pastayı bize yedirmezler’ demeyi tercih ediyoruz işte” dedi.

Böyle oluyor işte.

Kendilerini kutsal bir savaşın muzaffer olmaya yazgılı tarafı olarak gören ve bu perspektifle Erdoğan’ın arkasına hizalananlar, tam da düşman olarak gördüklerine benzediler. Savaşı fena halde kaybettiler. Onların düşman olarak gördükleri, sağ iktidarların can havliyle geliştirdikleri çözümleri, hayatta kalmak için icat ettikleri çözümleri, Amerikan şirketlerinin politikalarının ürünü olarak okuyorlardı. Güya Ankara’da bütün köşeleri hainler ele geçirmişlerdi, Amerikan şirketleri onları satın almış, uzun vadeli menfaatlerine uygun mevzuat düzenlemelerini onlara yaptırıyorlardı.

Filan.

Bu manasız kavramlaştırmalarla dünyayı okuyanlara karşı kutsal bir savaş açmış olan Erdoğan ve çetesi, tam da onlara benzeyerek savaşı fena halde kaybettiler.

***

Daha önce demiş olmalıyım, Avrupa saatin metafor olarak yaygın bir biçimde kullanıldığı bir dönem yaşadı. Manş’ın ötesinde Paley, “eğer kumsalda yürürken ayağınıza bir şey takılır da onun bir taş olduğunu görürseniz yadırgamazsınız, ama o bir saatse, onun tabiat tarafından yapılmış olduğu aklınıza gelmez, bir yapımcısı olduğunu düşünürsünüz” demiş, saatten yola çıkarak, saat gibi bir düzene sahip olan âlemin bir yaratıcısı olduğunu ispatlamaya çalışmıştı. Suyun berisinde ise La Mettrie, “saatin ruhu olduğunu iddia edemezsiniz, insan da saat gibi bir makinedir, onun da ruhu yoktur” diyerek karşı mevzii tahkim etmeye çalışmıştı.

Her iki taraf karşıdakini kendine benzetmişti. İki taraf, sanki dünya sadece kendilerinden ibaretmiş gibi, kibirle savaştılar onlarca yıl boyunca. Ama savaştan galip çıkan Aydınlanmacılar oldu. “Bir Yaratıcı var mı yok mu, ruhumuz var mı yok mu, bizi alakadar etmez, eğer saati yapabiliyorsak, dünyayı da saat gibi işleyen, daha yaşanır bir yer yapabiliriz” diyenler…

Erdoğan ve taifesinin savaş ilanından sonra uzun süre aynı iddiada bulundum: “Savaşı üçüncüler kazanacak”. Bir süredir ümitsizim, çünkü üçüncülerin zuhur edip olaya el koyabileceği kadar zamanı kalmadı Türkiye’nin. Umarım yanılıyorumdur, zamanımız vardır.

Ve eğer zamanımız varsa, kazanmanın ve Türkiye’nin kazanmasının en az bir olmazsa olmazı var, hatırlatayım: Düşmana benzememek.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin