Duvarın İki Yanı

Amerikan seçimleri gösterdi ki, Türkiye’yi ırgalayan sosyal gerilimler Türkiye’ye has şeyler değil. Türkiye’de esas fay kırığı, her şey kendilerine sorulsun isteyenler ile kendilerine bir şey sorulması gerekmeyenler arasında idi. Mezun olduğum lisenin ve üniversite bölümünün mezunlar listelerinde, İnternet üzerinden, yıllarca bu fay hattında biriken enerjinin tehdit edici olduğunu iddia edip durdum ve her şeyin kendilerine sorulmasının nasıl olup da sorgulanabileceğini anlamayan kişilerle tartışıp durdum. Bir tür sağırlar diyaloğu…

Evet, Türkiye’de, kendi ahlak ve anlayışlarının üstünlüğünden şüphe etmeyen bir kesim var. Onlar ırkçılığa karşılar mesela, hayvan haklarını tasa ediyorlar, çevre problemlerine fena halde hassaslar, medeni bir hayat istiyorlar. Kendileri için değil, herkes için…

Devam etmeden söyleyeyim, ırkçılığa karşılar mesela ama Kürtlere de ifrit oluyorlar. “Bu ne perhiz” diyemiyorsunuz, zira Kürtlerle bir alıp veremedikleri yokmuş da mesele bir terör meselesiymiş gibi konuşuyorlar. Kürtlerin bu mesele hakkında ne düşündükleri, olup bitenler hakkında ne hissettikleri ehemmiyetsiz. Soyut bir Kürt var, ne düşünmesi ve ne hissetmesi gerektiğini bildikleri, o tanıma uymayanlar zaten defolu. Dikkate alınmaya değmez. Kurban bayramlarında zirve yapan hayvanseverlikleri, mesela yılbaşında hindi doldururken rafa kalkıyor. Çevre problemlerine hassaslar ama en çok enerjiyi onlar tüketiyorlar, ambalajlı ürünlerin asıl tüketicisi de onlar. Filan. Yani ikiyüzlüler. Bu sadece basit bir tespit, çünkü ikiyüzlülük zaten bütün kesimler için geçerli bir hal.

Parantezi kapatıp bir paragraf öncesine dönüyorum. İşbu kesimlerin kendi ahlak ve anlayışlarının üstünlüğünden şüphe etmemeleri de dert değil —hemen herkes için cari bir hal bu da… Bu kesime dair problem, kendi ahlak ve anlayışlarının üstünlüğünün, o ahlak ve anlayışları benimsemeyenler tarafından da kabul edildiğini zannediyor olmaları. O üstünlük o kadar tabii bir hal ki, herhangi biri nasıl olup da o üstünlüğün farkına varmaz, anlayamıyorlar. Hatta böyle bir farkına varmama halinin olabilirliği bile anlaşılır gelmiyor onlara. Onlar doğruyu bulmuşlar, kalan herkes o doğrunun doğru olduğunu biliyor da, henüz bulamamış gibi…

Yani… Kibirliler ama kibirli olduklarının farkında değiller. Çünkü kibirleri, ahlak ve anlayışlarının zaten tabii olarak hak ettiği üstünlükten doğuyor.

Bu halin karşı tarafta yarattığı müthiş bir çaresizlik var. Hiçbir biçimde, hiçbir mesajlarını üstünden aşırıp karşı tarafa ulaştıramayacakları yüksek bir duvarın ardındalar ve o duvarı örenler onun farkında değil.

Duvarın ve duvarın iki yanındaki sosyal psikolojinin Türkiye’ye has bir şey olduğunu zannediyordum. Daha doğrusu, benzer iki ana kesimin dünyanın hemen her yerinde bir biçimde var olduğunu biliyordum da, her yerde duvarın bu kadar yüksek olabileceğini tahmin etmiyordum. Batıda işler yolunda görünüyordu. “Kıroyum ama para bende” çıkışlarına, sadece Türkiye’de ve Türkiye gibi ülkelerde rastlanabilir diye düşünüyordum.

Devam etmeden…

“Kıroyum ama para bende” aforizması, eğer kendinizi o lafı eden adamın yerine koyacak olursanız da, o lafı birilerinin ağzına verenin yerine koyacak olursanız da, son derece acıtıcı. Bir yanda adam, duvarın öte yanına geçmek istemiş, para filan yapmış ama geçememiş. Yaşadığı hayal kırıklığı, eğer duvarın bu yanındaysanız, sizi ürkütmeli. Çünkü bundan sonraki adımda artık para filan yapmakla uğraşmayacak besbelli. Neleri göze alabileceğini tahmin edemezsiniz. Öte taraftan bakarsanız, yani birilerine “kıroyum ama para bende” dedirtenlerin tarafından, bu yana geçmiş, sergi açılışlarına filan gidiyor, kitap okuyor, kravat takıyor filan ama hayatını idame ettiremiyor. Yani öyle bir ekonomi yok. Vardıysa da kalmamış. Sürdürememiş adam… Bu yana para için geçmiş ama paraya da ulaşamamış.

Hallerin bu şekilde tezahürü belki de sahiden Türkiye’ye hastır. Ama ana hatlarıyla aşılmaz bir duvar tarafından ikiye ayrılmış toplumlar, demek ki, Amerikan seçimlerinin yardımıyla öğrendim ki, çok daha genel bir halmiş. “Amerikan seçimlerine kadar elimde hiçbir işaret yoktu” demiyorum. Vardı. Ama Amerikan seçimleri, daha önce başka türlü de yorumlayabildiğim birçok şeyi yeniden ve daha ekonomik olarak yorumlama fırsatı sağladı.

***

Bir duvar olması, duvarın iki yanında farklı kesimlerin kristalize olması filan dert değil. İşin normali bu. Toplumlar bu sayede yol alıyorlar. Fark varsa bilgi var. Fark varsa enerji var. Daha önce demiş olmalıyım, eğer voltaj farkı yoksa, iş yapmak için ihtiyaç duyduğunuz enerji de olmaz.

Ama…

Eğer voltaj farkı belirli bir seviyeyi aşarsa, kendisiyle iş yapabileceğiniz bir akış gerçekleşmez, yakıcı bir yıldırım doğar.

Siyaset, sosyal kesimler arasındaki değer, öncelik, anlayış farklılıklarından, bütün toplum için fayda üretme işidir her şeyden önce. Ama eğer farklı kesimler, dünyada geçerli, hakiki bir tek değer, öncelik, anlayış seti olduğuna, kendilerinin de onlara sahip olduğuna inanırsa, yani bir mutlak hakikatin mevcut olduğuna ve ona ulaşılabilir olduğuna inanırlarsa…

Türkiye’nin beyazları öyle inanıyorlardı. Karşı taraftakiler ağırlıklı olarak dindar Müslümanlardı ve kâğıt üzerinde, doğrularını tartışamaz insanlardı. Doğmaları vardı, filan.

Ama —yine daha önce demiş olmalıyım— mesela Nietzche Deccal’de, Hıristiyan teolojisine göre Hıristiyanların bir yanağına tokat atana diğer yanağını uzatması gerektiği lafzından çıkıp, Hıristiyanlığı pasif ve inananları pasifleştiren bir şey olarak yerden yere vuruyordu. Kâğıt üstünde, öyle olması gerekiyordu.

Ama gerçekte öyle değildi. Hıristiyanlığın tarihi boyunca, en azından Roma’nın Hıristiyanlaşmasından sonra hiç öyle olmamıştı. Hıristiyanlar, bir biçimde, hem “bir yanağına vurana ötekini uzatmalı” lafları edip, hem de önlerine gelenin her iki yanağını tokatlamanın bir yolunu bulmuşlardı. İkiyüzlülük evrensel dedim ya… Nietzche bu gerçekliği görmüyordu. Onun gerçekliği kâğıdın üzerindekilerden oluşuyordu. Onunla aynı aileye mensup olanlar bugün, bu yüzden, yaşadıkları hayal kırıklıklarına post-gerçeklik filan demek zorunda kalıyorlar. Onların gerçekliği çöktü ve gerçeklik çöktü zannediyorlar

Türkiye’nin Müslümanları da, tarih boyunca, sıkıştıkları her yerden çıkmak için gereken dehlizleri açmışlardı doktrinin lafzına dokunmadan. Ama Nietzche nasıl Avrupalı Hıristiyanları görmemişse, Türkiye’de Nietzche kelimesini duyunca “o ne ki, yeni bir telefon markası mı” demeyecek hemen herkes için de Türkiye’nin Müslümanları görünmezdiler. Zaten de duvarın bir yanındakileri fena halde ırgalayan, kendilerinin görünmezlikleriydi.

Biz, çok uzun yıllar boyunca, bu gerilimlerle birlikte, belki de bu gerilimler sayesinde yaşadık. Toplum olarak yani… 1950 sonrasında ahalinin olağanüstü bir şehvetle okullara ve şehirlere akın etmesi, bu gerilim sayesindedir. Ama beyaz çocuklar, DP’yi bir manivela olarak kullanan ahalinin ne yaptığına değil, DP’lilerin kim olduklarına baktılar mesela. İşte “toprak ağaları” filan…

***

Bu gerilimle birlikte yaşamaya alışmıştık. Bu gerilimle yaşamayı sürdürebilmenin birinci şartının, gerilimi tırmandırmamak olduğunu, bir biçimde, öğrenmiştik. Eğer tırmandırılırsa, kolayca ipten kazıktan kurtulabilecek bir gerilimdi ve bir defa tırmanmaya başlarsa, herkesi yakma ihtimali yüksekti. Bunun farkındaymış gibi davrandık uzun süre.

Ta 2010’ların başlarına kadar.

O tarihlerde Erdoğan’ın mermisi bitti.

Sonra Gezi oldu. Bildiğiniz şeyler oldu. Ve apaçık şahit olduğunuz başka şeylerde olduğu gibi, Gezi hakkında da “bilmediğiniz şeyler var” masalı uyduruldu.

Gezi çok mühim bir şeydi. Çünkü…

Türkiye’nin bir kesimini görmezden gelerek yaşlanmış, karşı taraftan herhangi bir kimseyle konuşmayı bile vakit israfı sayan kesime mensup çocuklar, öteki taraftan gelenlerle konuştular. Bir arada tutum aldılar. Duvar yıkıldı. Daha doğrusu, çocukların, arada bir duvar olduğunun farkında olmadıkları ortaya çıktı.

Erdoğan’ı var eden, mevcudiyetine meşruiyet kazandıran duvardan söz ediyorum. Erdoğan’ın olağanüstü başarısız siyasetinin başarısızlığını sorgulanmaktan muaf tutan duvardan…

Erdoğan muhtemelen meseleyi böyle formüle etmedi. Zaten edemezdi herhalde. Ama mevcudiyetini borçlu olduğu duvarın çöküyor olduğunu hissetti. O duvarı yok sayanları imha etti. O dönemde, “ama canım çocukları bir dinleseydi” filan diyenler oldu, hâlâ aynı teraneyi tekrarlayanlar… Yapamazdı. Çünkü yolun sonuna gelmişti. Duvara, her şeyden çok ihtiyacı vardı.

O gün bugündür Erdoğan, bütün mesaisini, sizin de şahit olduğunuz gibi, malum duvara yeni tuğlalar ekleyip duvarı yükseltmeye harcıyor.

***

Bugün gelinen noktada Türkiye’de yaşanan şey, duvarın iki tarafındakiler arasında bir ölüm-kalım savaşı. Birkaç yıldır öyle. Dolayısıyla, “ama Erdoğan şöyle yalan söyledi, şurada söylediğini burada inkâr etti” filan gibi argümanların zerre kadar kıymetiharbiyesi yok. Türkiye’nin üzerine oynanan oyunların filan da kıymetiharbiyesi yok. Türkiye zaten uluslararası bir oyunun oyun sahası, itirazım yok. Ama Türkiye üzerinde bir oyunun bu kadar kolaylıkla tatbik edilebilir olması, içeride, duvarın iki yanındakilerin bir ölüm-kalım savaşına tutuşmuş olması sayesinde mümkündü. Öyle oldu.

Dahası, Kürt meselesi bile, bu süreçte, tali bir mesele. Duvarın her iki tarafındakilerin de, farklı motivasyonlarla Kürtlere düşmanlık etmesi, elbette Türkiye üzerine oynanan oyunun nereye varacağı konusunda önemli bir unsur olacak. Hatta Kürtler, bir tür ortak düşman olarak, Erdoğan sonrası Türkiye’sinin —yani Türkiye’den kalan şeyin— yeniden bir araya gelmesine yardımcı filan da olabilir. Ama günümüzün asıl meselesi, duvarın iki yanındakiler arasında bir ölüm-kalım savaşı olması.

Ölüm-kalım ifadesini kasten defalarca kullandım. Çünkü bu savaş sahiden de bir ölüm-kalım savaşı. Savaştan sadece bir taraf sağ çıkacak manasında…

Eh, duvarın bir yanında kalanların hâlâ eski alışkanlıklarından vazgeçmedikleri, hakikat üzerindeki tekellerinden şüphe etmedikleri, karşıdakileri görmezden geldikleri dikkate alınırsa, hangi tarafın sağ çıkacağı az çok belli.

De…

Ne kadar sağ?

Kısmetse yarın devam edelim…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin