Düzlem

Ayşe Çavdar vatan ve yurt kelimelerinin etimolojisi üzerinden çok hoş bir tasnif yapmış. Onun tasnifine yaslanacak olursak, gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, bir vatansever değil, yurtseverim.
Ve lakin…
Memlekette mebzul miktarda vatansever de var —yani kalıcılık vehmine kapılmış insan. Onları ne edeceğiz? Sabun yapmayacağız herhalde. Tehcir? Belki. Belki de eğitmek kâfidir, “bakın kalıcılık vehimdir, sizi vehimlerinizden kurtarıp insan edeceğiz, siz de direnmeyin” filan diyerek.
Bilemedim.
Bildiğim, Çavdar’ın vatanseverleri ile yurtseverleri arasından geçen çizginin, birçok başka mevzudaki tarafları da birbirinden ayırıyor olduğu. Yurtseverler tarafına düşenler mesela çevre konusunda teyakkuza geçmiş durumdalar ve memleketteki Suriyeli ve Afgan göçmenlere de göğüslerini siper ediyorlar. Filan. Vatanseverler ise Sarı Keçilileri de, allı turnaları da o kadar önemsiyor görünmüyorlar. Mesailerini, vatanlarını Suriyelilerden, Afgan göçmenlerden korumaya tahsis etmeyi tercih ediyorlar.
Gibi…
Şöyle bir meselemiz var. Yurtseverler Sarı Keçililerin, Tuz Gölünün, allı turnaların, Suriyelilerin ve dahi birçok başka öznenin akıbeti hakkında fevkalade kaygılılar ama vatanseverler için ne öngördüklerini —yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi— pek bilemiyoruz. Hemen her bir yurtseverin, kendisini, her bir vatansevere parmak sallama yetkisiyle donatılmış hissettiğine dair pek çok delil var ama. Bu mesele, yani birilerinin bütün ahlaki üstünlüğü kendi mülkiyetine geçirmesi, karşısındakilerle eşit bir düzlemde tartışmaya gönül indirebileceklerine dair hiçbir işaret olmaması, bence, Sarı Keçililerin, Tuz Gölünün, allı turnaların ve Suriyelilerin akıbetini giderek daha riskli hale sokuyor.
Yukarıda özetlediğim büyük mesele hakkında çok yazdım çizdim. Aşağıda değineceğim küçük mesele hakkında da çok klavye eskittim gerçi ama yeri gelmişken bir de onu özetleyeyim. Çavdar Sarı Keçilileri, Konya Ovasının dibindeki suyu çekip tarım yapmaya çalışanları, memleketin tarım üretiminin zavallılığını ve saireyi aynı düzeleme yatırıyor.
Kendilerinden haberdar değildim, Sarı Keçililerin trajedisini Çavdar’ın önceki yazılarından öğrendim. Doğru anladıysam, Sarı Keçililer geçimlik tarım yapıyorlar. O hayat tarzıyla nasıl geçiniyorlar, bilemedim ama geçinilebilir, inandım. Mesele şu ki, Tuz Gölünü ve diğer su kaynaklarımızı hunharca tüketenler geçimlik tarım yapmak derdinde değiller. En azından benim bildiğim kadarıyla, öyle büyük ölçekli tarım filan yapıyor da değiller. Bilmem kaç nesildir alıştıkları şekilde —mesela damlama teknolojisi filan kullanmadan, vahşi sulamayla— tarım yapmayı sürdürsünler, ölçekleri büyütmesinler, kırk dönüm arazilerinden, su kaynaklarını yağmalayarak üretebildikleri ne varsa onu üretsinler ama o üretim, onların mobil telefon sahibi olmasını da, telefonun faturasını ödemelerini de ve diğer ihtiyaçlarını da karşılasın istiyorlar. Ürettikleriyle geçinmek derdinde filan değiller yani.
Tekrarlayayım. Suyun kıt olduğu Konya Ovasında kırk dönüm topraktan, bildik, alışık oldukları usullerle hasat ettikleri ne varsa artık o, Uruguay’da, bol sulu topraklarda, bin dönümden hasat edilen kadar katma değer üretsin isteniyor. Üretmiyor. O halde desteklenmeliler. O kırk dönümde bu imkansız şeyleri talep edenler, ilaveten, adımlarını atacakları mesafede üniversite de olsun çocuklarını yollasınlar, kırk haneli köylerine duble yol da olsun traktörleriyle düğün alayları yapsınlar diye talep ediyorlar. Bildiğim kadarıyla ortada geçimlik tarımla iştigal etmeye razı olan pek yok.
Ama işte herkesin her acısını aynı düzleme yerleştirip aynı çuvala doldurunca, Tuz Gölünü imha eden Konyalı tarımcılar, ülkenin tarım ithalatı, allı turnalar ve Sarı keçililer arasındaki bütün farklar ortadan kalkıveriyor. Sonra da o Konyalı köylüler, “Biz yerin altındaki suyu, sonra Tuz Gölünü bitirdik, Manavgat’tan bize su getirin, üç beş milyar dolarcık ayırın” filan diyebiliyorlar.
Bu memlekette eğer geçimlik tarımla idare edecek birileri varsa, herhalde birkaç yüz bin kişiyi geçmiyorlardır ve bence de göç yollarının önüne maniler çıkarılmamalı. Ama hem köyü şehir gibi olsun, hem şehirde kazanacağını kazansın, hem de zerre miskal bedel ödemesin isteyen birkaç milyon kişinin keyfini hoş tutmaya kalkmak, itiraf edersiniz ki, bambaşka bir şey.
Sarı Keçililerin azınlık, Konya Ovasında herkesin su kaynaklarını talan eden şımarıkların ise tatmin edilemez bir ağırlık olduğunu nereden biliyorum? Mesela Yıldıray Oğur, Afganistan’dan kaçak yurda girenler hakkında yazdığı yazıyla bize ipucunu veriyor. Memlekette çobanlık yapmak isteyen, anlaşılan o ki, Sarı Keçililer dışında kimse kalmamış. E ama çobana da ihtiyaç var. Ne yapmalı?
Afganistan’dan göçenleri istihdam etmek bir seçenek. Başka? Eskiden çobanlık yapılan ailelerin çocuklarına “sizin işiniz çobanlık, okumak, şehre gitmek sizin neyinize” desek mesela? Veya… Çobanlara şimdi ödenen ücretten daha fazlasını verip desteklesek? Yani “yahu biz okuyup adam olacağız, sana da burada kalman için şu kadar rüşvet” desek?
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz gibi geliyor size de, öyle değil mi? Aynı yere geliyoruz, evet. Görünen o ki, hakikatin meşalesini taşıdığımız vehmini bir yana bırakmazsak, hakikatin müzakereden —yani piyasadan— zuhur ettiğini idrak etmezsek, müzakere denen şeyin eşitler arasında ancak gerçekleşebileceğini, taraflardan birinin bütün ahlaki üstünlük zırhlarını kuşanıp masaya oturması durumunda gerçekleşmeyeceğini kabul etmezsek, daha dönüp duracağız.
Piyasa?
Evet piyasa. Tuz Gölünü kurutan ve allı turnaları felakete sürükleyen şey piyasa değil, piyasaya rağmen yapılan kaynak tahsisi. Eğer işler piyasaya bırakılsa, Konya Ovasında tarım yapanlara su faturaları hakkıyla götürülse mesela, orada tarım filan yapılamaz. O köylüler —ki geçimlik değil, ticari tarım yapıyorlar— şehre göçmek zorunda kalır. Canları yanar. Maazallah AKP’den filan yüz çevirirler —belki çevirmezler ama AKP o riski göze alamıyor, önceki iktidarlar gibi. O köylülerin canları yanmasın diye piyasa by-pass ediliyor, sonra da piyasa suçlu sandalyesine oturtuluyor. Hem Tuz Gölünün, hem allı turnaların, hem Konya Ovasındaki manasız iştigallerini sürdürmekte ısrar edenlerin hepsinin birden hamisi olma konforuyla… Az daha ilerlersek, biz tüketicilerin menfaatlerini de hep aynı kişiler en çok önemsiyorlar. Aracıları kaldırınca mesela, Konya Ovasında üretilen doğrudan sofralarımıza gelince… Bu defa da başkaları işsiz kalıyor. Onların haklarını da aynı kişiler en çok gözetiyorlar.
Suriyelilerin ve Afganistan göçmenlerinin de mesela…
Türkiye bir süredir, çok uzun süredir yaşamadığı bir demografik trafiğin ara durağı gibi. Bir yandan hekimlerimiz harıl harıl yabancı dil öğrenip Avrupa’ya kaçıyorlar. Bir yandan da Suriye’den, Afganistan’dan çok sayıda insan geliyor. Eğer yeterince uzaktan bakacak olursak, böyle bir trafiğin sosyal huzursuzluklara yol açmamasını beklemenin safdillik olacağını kolaylıkla söyleyebilirsiniz. Diyelim ki mevzu Türkiye’de değil de mesela Tunus’ta geçiyor olsaydı, serinkanlılıkla derdiniz ki, bu trafik çok baş ağrıtır. Eh, Türkiye’nin de başını ağrıtıyor.
Çare?
Bilmiyorum. Ama “siz adi faşistler, bir türlü bizim gibi insancıl olmayı öğrenemediniz, zaten oldum olası yabancı düşmanı ırkçılardınız, Avrupa’daki muadillerinizden de cesaret alarak…” filan gibi cümlelerin herhangi bir faydası olmadığına, hatta zararlı olduğuna kalıbımı basarım. Kime zararlı? Türkiye’ye, Suriyelilere, Afganistan göçmenlerine ve saireye… Ama —anladığım kadarıyla— bu lafları edenlere faydalı oluyor. Bir büyük musibete daha karşı çıkmış olmanın, kötülüğe karşı iyiliğin safında yer almış olmanın huzuruyla uyuyorlar herhalde.
Kılıçdaroğlu, kendisinden ve danışmanlarından beklemediğim kadar ince hesaplı bir açıklama yaptı. Dediği şu ki mealen, (a) dünyanın dört bir yanındaki rezilliklerden kaçanlar bize geliyor, (b) onları istemiyorsunuz, çünkü düzeninizi bozacaklar, (c) bizim düzenimizi bozuyorlar, (d) biz buna razı değiliz, (e) bizi buna razı edemeyeceğiniz için Erdoğan’a destek veriyorsunuz, (f) o da sizin desteğinizi alabilmek için ülkemizi, sizin istemediğiniz şartlara mecbur ediyor. Kılıçdaroğlu’ndan, mevcut şartlara bu kadar cuk oturan bir açıklama beklemiyordum. Meselenin ahlaki boyutlarını birkaç cümle ertelemek pahasına diyebilirim ki, Kılıçdaroğlu’nun açıklaması, esasen, yabancı düşmanlığını yabancı düşmanlığı yapmadan ve antiemperyalizm sosuna bulayarak istihdam ediyor ve neticede Erdoğan’ı milli menfaatleri gözetmemekle itham ediyor. Meselenin yabancı düşmanlığı çerçevesinde tartışılması, en azından bir süre bu bağlamda sıkışıp kalması dert olmayabilir, eğer CHP mesele kıvama geldiğinde “Erdoğan yabancıların menfaati için Türkiye’yi kaosa sürüklüyor” rotasına sokabilirse. Yapabilir mi? Bildiğim kadarıyla yapamazlar. Ama bildiğim kadarıyla zaten bunu da yapamazlardı. Dolayısıyla, bir ihtimal, şimdi yapmaları gerekeni de yapabilirler diye düşünmek istiyorum.
Gelelim işin ahlaki boyutuna.
Daha önce demiş olmalıyım, Türkiye’nin ağlamadan, sızlamadan, naçar kalmış herkese kucak açmasını isterim. “Ama önce kendi çocuklarının karnını duyursun” filan gibi şerhlerim de yok. Ama böyle şerhleri olanlara da “siz ne biçim insanlarsınız” demeye hakkım olduğunu düşünmüyorum. Bir defa hangi şartlarda yaşadıklarını bilmiyorum. İkincisi, herkesin öncelikleri aynı olmak zorunda değil.
Kaldı ki, göçmen karşıtlığının yükselmesinin yabancı düşmanlığından çok başka sebepleri var. Bunların birisi, sözünü ettiğim trafiğin son derece başıboş olması. Hayatın her alanının planlanabileceğini, kontrol edilebileceğini düşünen geniş bir kesim var. Bunlar sadece vatanseverler de değiller. Mesela Caretta Carettalar için kaygılananlar, Sarı Keçililer için kaygılananlar da plan ve kontrol talep ediyor. Dolayısıyla demografik hareketliliğin başıboşluğu da endişe yaratıyor. Planlanamıyor ve kontrol edilemiyor olsa bile, sanki bir plan varmış, kontrol ediliyormuş gibi yapılabilir, bunun iletişimi yapılabilirdi ve yığınların bu hadiseyi daha serinkanlılıkla göğüslemesi sağlanabilirdi. AKP iktidarı, her vakit olduğu gibi, memleketin insanını zerre kadar umursamadı.
Yukarıda ifade ettiğimle bağlantılı olarak ikincisi, birçok kişinin göçmen karşıtlığı, esasen, AKP karşıtlığının bir izdüşümü. Kendileri gibi olanlar gidiyor, AKP zihniyetine yakın olduğunu düşündükleri geliyor. Siz olsanız “biraz insan olun” laflarını nasıl karşılardınız?
Bir defa daha…
Çok katmanlı bir hadiseyi, bir muhayyel düzlemi “ay biz ne kadar iyiyiz, insancılız, siz ne kadar adi faşistlersiniz” şeklinde ikiye bölüp konuşmanın doğru olmadığını, iyi olmadığını, ahlaki olmadığını, adil olmadığını ve güzel olmadığını düşünüyorum.