Elazığ’dan Sonra

Elazığ’da bir deprem oldu. Resmi verilere göre 41 kişi hayatını kaybetti. Her biri, geride bıraktıkları için, dünyada hayatta olan milyarlarca insanın muhtemelen hepsinden kıymetli 41 kişi… Geride kalanlara sabırlar dilerim.
İnsanın, insan hayatının sayılara indirgenemeyecek kadar kıymetli olduğunu bilmeyecek kadar nobran biri değilim —öyle olmadığımı zannediyorum. Ama… Benzer ölçekte bir deprem eğer yüz yıl önce olsaydı, muhtemelen binlerce kişi ölecekti. Kırk yıl önce olsaydı, yüzlerce… İnsan hayatlarının kıymetini birbirleri ile mukayese etmeden de bu sayılardan, sayıların değişiminden bir şeyler çıkarabiliriz diye düşünüyorum.
Çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız.
Eğer binlerce insanı kaybedebileceğimiz bir afette 41 kişi hayatını kaybettiyse… Zenginleşmişiz demektir. Zenginleşmek diye bahsettiğim şeyin esas bileşenleri, böyle bir afette kaybettiğimiz insanların sayılarının düşmesine yol açan şeyler. Nelerse onlar, onların hepsi…
Kim yaptı bu mukayeseyi hatırlamıyorum, ama biri güzel bir mukayese yaptı. Eğer benzer bir deprem Japonya’da olsa, muhtemelen kimse ölmeyecekti. Olduğu yerden az doğuda, İran’da olsa muhtemelen yüzlerce —belki binlerce— kişi ölecekti.
Yani?
İnsanlık olarak zenginleştik ama zenginliği makul bir biçimde üleşmedik. Bu hususta bir anlaşmazlığımız yok. Ama yüz yılda kat ettiğimiz mesafenin kıymetini idrak etmeden, onu nasıl kat ettiğimizi anlamadan, onu kat etmemizi sağlayan şeylerin kıymetini inkâr ederek, daha iyisini yapabilir miyiz, şüpheliyim.
Yıldıray Oğur Bay Salomon’u hatırlatmış. Ben hatırlamadım, çünkü bilmiyordum. Bilmediğim şeyi hatırlamam mümkün değil ama öğrendim. Neyi öğrendim? Bay Salomon, 1934 yılında, on yılda her yaştan on beş milyon genç yaratmış olan Cumhuriyet’e gelmiş. Bir yıl içinde Anadolu ve Ege’de on üç bin kilometre yol kat etmiş. Ve… On küsur yıl önce Cumhuriyet’i kurmuş, onu kurmuş olmakla övünen kadroların bilmediği bir yığın şey öğrenmiş bu topraklar hakkında. Kendisine miras kalmış olan insan sermayesinden bir Bay Salomon yetiştirememiş, kurtarmakla övündüğü kendi yurdunu on küsur yılda Bay Salomon’un bir yılda tanıdığı kadar tanıyamayan, çünkü zaten merak da etmeyen Cumhuriyet kadroları, anlaşıldığı kadarıyla, Bay Salomon’a pek kulak asmamışlar.
İmdi…
Eğer Cumhuriyet kadroları Kürtleri, Alevileri, dindarları nasıl kontrol altında tutacakları, onları tenis oynayan, Bach dinleyen, Yunan klasikleri okuyan insanlar haline nasıl getirecekleri gibi ulvi misyonlar yerine, Bay Salomon’un yaptığı türden işlerle iştigal etmiş olsalar, muhtemelen kendi topraklarına bomba ve zehirli gaz yağdırma ihtiyacı hâsıl olmayacaktı. Olmayabilecekti. En azından şimdi boğuşmak zorunda kaldığımız türden siyasi problemlerimiz olmayacaktı.
Çünkü…
İnsanlar aptal değil. Tunceli’nin veya Elazığ’ın köylüsü de aptal değil. Eğer yeni rejimin giyim kuşamlarıyla veya inançlarıyla değil de yaşadıkları yerin deprem güvenliğiyle ilgilendiğini görseler, Cumhuriyet’e daha hevesle sadık olurlardı. Giyim kuşamlarını ve inançlarını da daha gönüllü olarak revize ederlerdi.
Neyse… Bunları başka kelimelerle defalarca söyledim. Bir defa daha tekrarlamış olayım.
Dönelim Elazığ’a… Mehveş Evin’in Medyascope’da söylediğine göre, Elazığ’da depremde yıkılan binalarda yaşayanlar, yaşadıkları binaların depremde yıkılacak olduğunu biliyorlarmış. Öyle mi demişler, bilemem. Şimdi “biliyorduk” demeleri, sahiden de güvenilir bir beyan mıdır, depremden önce de bildiklerini mi düşünüyorlardı? Zannetmem. Sahiden de doğru söylüyorlarsa, yani depremden önce “ulan bir deprem olursa bizim bina yıkılır” diyor idilerse, o bilgi doğru muydu, onu da bilemem.
Şöyle söyleyeyim, şu anda İstanbul’da bir araştırma yapsak ve herkese “şöyle bir deprem olursa sizin yaşadığınız bina yıkılır mı” diye sorsak… Üç ay sonra yapılacak aynı soruşturmada alacağımız cevapları almayız. Ve… “Yıkılır” diyenlerin bazılarının evleri yıkılmaz, “yıkılmaz” diyenlerin bazılarının evleri yıkılır. Demem şu: Mehveş Evin’in bilgi kılığında ortaya koyduğu şey bilgi değil. Bir şey söylemiyor.
Ama yine de…
Birçok kişinin, sırf yoksulluk sebebiyle, deprem güvenliğinden şüphe duyduğu mekânlarda yaşıyor olduğunu tahmin edebiliriz. Eh, “zenginleştik” deyip duran bir adamın şimdi yoksulluktan söz etmesi çelişki olmadı mı? Olmadı. Zenginleştik. Kırk yıl öncekine kıyasla, bugün deprem güvenliği daha yüksek olan mekânlarda yaşayanların oranı ciddi bir ölçüde arttı. Deprem güvenliği olan binalarda yaşadıklarını düşünenlerin oranı da… Ama hâlâ deprem güvenliği olmayan binalarda yaşayan çok insan var. Deprem güvenliği olmayan binalarda yaşadığından şüphelenen çok insan da var.
Ve mesele, “biftek bulamıyorlarsa bulgur pilavına talim etsinler” denebilecek bir mesele değil. Yani insanların kendi iktisadi performanslarına terk edilebilir bir mesele değil. Bu da benim kendi şahsi görüşüm değil. Memleketin üzerinde mutabakat sağlayabildiği nadir hususlardan biri, en azından 1999’dan bu yana, herkesin depreme dayanıklı binalarda yaşamaya hakkı olduğu ve bu hakkı sağlamanın da devletin görevi olduğu…
Hepimiz biliyoruz ki, deprem güvenliğini sağlamak gibi bir amaç için dış kaynaklı fon bulmak, mesela Osmangazi Köprüsü yapmak için fon bulmaktan çok daha kolay ve ucuz. İlaveten, AOÇ’nin ortasına, Ahlat’a, Okluk Koyu’na saray yapmak için tahsis edilen iç kaynaklarla da sayısız bina deprem güvenliğine kavuşturulabilir. Ama yapılmıyor. Tıpkı 1930’larda Anadolu’yu gezip jeolojik durumunu tespit etmek yerine insan kaynaklarının manasız tarih ve dil teorilerine tahsis edilmesi gibi, şimdi de… İlaveten “bir mermi kaç lira, biliyor musunuz siz?”
İmdi…
Mesele, büyük ölçüde, yukarıda bağlantısını verdiğim videoda Ayşe Çavdar’ın işaret ettiği gibi, devletin çökmüş olmasından kaynaklanıyor. Ve esasen devlet, yukarıda da işaret ettiğim gibi, daha kuruluşunda çöküktü. Ama bunları konuşamıyoruz.
Konuşamıyor olmamızda, evet, iktidarın —hangi mevsimde iktidar kimse onun yani— bu tür şeylerin konuşulmasını imkânsızlaştırmasının büyük payı var. Muhalefet denen, muhalefet denince akla gelen iktidar bileşeninin de… Ama bizim de az payımız olmadığını düşünüyorum
Şöyle ki…
Ayşe Çavdar, deprem konuşurken, meseleyi köylü yoksulluğuna, köylülerin yoksullaşmasına getiriyor. Öyle hissettim ki, Elazığ köylülerinin iktisadi olmayan şartlarda iktisadi olmayan tarımsal üretimlerini sürdürmelerini sağlamak ile deprem güvenliği olan binalarda yaşamalarını sağlamak sorumluluğunu eşitliyor. Öyle bir eşitlik yok. Zaten Türkiye’de tarımsal üretimin mevcut şartlarda sürdürülmesini sağlamakla gıda ürünlerinin fiyatları düşmez, artar. Köylülük, sürdürülmesi gereken bir şey değil. İyileştirilmesi gereken bir şey hiç değil.
Yani?
Her gördüğümüz yoksulluğu bir ve aynı kefeye koymakla hata yaptığımızı düşünüyorum. Türkiye düşünce dünyasının nüanslara sağır olduğunu, bu sağırlığın da birkaç adım sonra toptancı çözümlere meyletmeye yol açtığını, onun da… Bay Salomon’lar yetiştirmeyi imkânsızlaştırdığını zannediyorum.