Erkekler Yurdu

Geçenlerde dedim ki “İnsanın doğal çevresi —birkaç defa değinmiş olmalıyım— diğer insanlardır. Bir defa insan doğal bir şey. İkincisi, insanın yaşadıklarını, insan-dışı tabiattan çok daha fazla etkiliyor diğer insanlar. Kasabalarda bile öyle, bırakın devasa şehirleri.” Bunu derken tereddütlerim vardı. Özellikle de “kasabalarda bile öyle” derken En azından iki sebeple…
Birincisi, bir bakıma kasabalarda insanın insanlardan müteşekkil çevresi şehirlerdekinden daha müessirmiş gibi görünüyor. Ama ikincisi, o tesir çok da tabii değilmiş gibi… Hissiyatımı doğru dürüst biçimlendirememiştim ama dile getirmesem de olmayacaktı.
Derken…
İhtiyaç duyduğum şeyi Haffner’in Bir Alman’ın Hikâyesi’nde buldum. Haffner İki savaş arasındaki Almanya’ya dair hatırladıklarını anlatmış. Daha doğrusu anlatmaya başlamış, yarım bırakmış. Ölümünden sonra bulunan notları yıllar sonra yayınlanmış. Nazilerin adım adım yükselişlerini, midesine kramplar girerek izleyen, öfkelenen, çaresiz kalan bir şehirli olduğunu anlıyoruz Haffner’in. Kitabın sonlarına doğru, Haffner ve akranı olan Hukuk mezunlarını, bir kampta topluyorlar. Normal olarak bir imtihana girip geçmeleri ve böylelikle de bürokraside görev almaya hak kazanmaları beklenen gençlerin önüne, durduk yerde ve keyfi olarak bir kamp bariyeri çıkarılıyor.
Kampta, Haffner sıradan bir yatılı okulun erkekler yurdunda yaşanan tecrübeleri çok andıran tecrübeler yaşıyor. Görünür bir endoktrinasyon yok —veya çok az. Ama genç erkeklerin bir araya toplanıp birlikte spor yapmak filan gibi faaliyetler için seferber edilmesi bile, Haffner öyle hissediyor ki, Nazilerin esas —ve örtük— endoktrinasyon hedeflerine ulaşmalarına yetiyor. Nitekim birkaç haftalık kamp sırasında oluşan ve pekişen takımdaşlık duygusu, kampın son günlerinde zirve yapıyor. Sanki dünyanın en tabii şeyiymiş gibi ve kampta kurulan arkadaşlıklar ebediyen sürecekmiş gibi…
Ancak kamp bitip herkes kendi tabii çevresine dönünce, kampta oluşan duygu hızla yok oluyor. Bir iki hafta sonra kamp arkadaşları bir defa daha —ve şehirde— bir araya geldiklerinde, birbirlerine ne kadar yabancı olduklarını hissediyorlar ve bir an önce birbirlerinden kurtulmak istiyorlar.
Benim kavrayışıma göre, kasaba kamptan bir nebze daha tabii. Ama şehirlere kıyasla daha gayritabii. O yüzden “kasabalarda bile öyle” deme ihtiyacı hissetmiştim.
***
Yine geçen gün dedim ki “Rusya ve Çin’de ‘kendi Google’ımız’ türü maceralara atılabilmek, ülkenin dünyadan soyutlanması sayesinde mümkün oluyor. Eğer bu maceralardan netice alınabilirse soyutlanma daha da keskinleşecek. Zaten dünya tarihi şahit ki, dünyanın kalanından soyutlandıkça soyutlanma ihtiyacı artar. O soyutlanmayı sürdürebilmek için zorbalık ve baskı ihtiyacı artar. Bu süreç, her daim, soyutlanmış olanın çöküşüyle, arkasında devasa bir enkaz bırakmasıyla neticelenir.”
Kamp, kampa dâhil edilen insanların soyutlandığı bir yer. Kasaba da soyutlanmış bir yer ama kamp kadar keskin bir soyutlanma mümkün değil —en azından her an bilirsiniz ki, isterseniz çekip gidebilirsiniz ve istediğinde gidilebileceği bilgisi, gitmek kadar kıymetlidir. Şehirde ise anonim olabilirsiniz ama soyutlanmış olamazsınız.
Rusya ve Çin devasa kasabalar. Erdoğan Türkiye’yi de devasa bir kasaba haline getirdi. Haffner’in kamp tecrübesi, esasında kasabalılaşma derken neyi kastettiğimi nefis bir biçimde özetliyor, burada tekrarlamam mümkün değil —tadı da kaçar, hafifler de. Kitabı okuyanların hatırlamalarını, okumayanların ise hayal gücünü çalıştırmalarını talep edebilirim sadece, meselenin özünde yatan, izolasyondur ve izolasyondan ibarettir.
Soyutlandığınızda, kendi daraltılmış gerçekliğinizi —ait olduğunuz grubun daraltılmış gerçekliğini— gerçekliğin yerine ikame etmek mümkündür. Mesele daraltılmış gerçekliğinizin şu veya bu olması değil, hangi kampa dâhil olursanız olun, bir daraltılmış gerçeklik, gerçekliğin yerini alır. Soyutlanmadığınızda gerçekliğin tümünü algılayabilir olmazsınız, yine bir daraltılmış gerçekliğiniz vardır. Gerçekliğin yine bir kısmına sahip ve/veya hâkimsinizdir. Ama sizin —veya başka birinin— daraltılmış gerçekliğiniz, gerçekliğin ikamesi olmaz. Gerçeklik, sizin onu daraltmanıza rağmen yaşar, varlığını sürdürür —daha doğrusu çok sayıda ve her biri daraltılmış gerçekliğin bir kompozisyonu olarak bir gerçeklik zuhur eder ve yaşar.
Demek ki, şehir ile kasaba arasındaki farkı daha net bir biçimde tarif edebilirim artık. Herhangi bir daraltılmış gerçekliğin gerçekliği ikame edebildiği yer kasaba, edemediği yer ise şehirdir. Putin’in, Erdoğan’ın, Trump’ın sizden/bizden talep ettikleri, illa şu daraltılmış gerçekliği gerçeklik yerine ikame etmemiz değil, gerçekliğin daraltılabileceğini içine sindirmemizi talep ediyorlar.
Erdoğan’ın seyrüseferini bu gözle değerlendirmenizi talep edebilirim. AB normlarının transferini biricik yol olarak görün, Erdoğan’ın işi görülür. Olmadı, bütün istikbalinizi Arap sermayesine endeksleyin, o da olur. Bütün sermayenizi Kürt barışına yatırın, olmazsa Kürtlerle savaşa… Ama birini seçin. Burası kasaba olsun. Kasabanın renginin ne olacağı, bayrağında hangi desenlerin olacağı teferruat.
Bu yüzden diyorum ki Erdoğan’ın esas yaslandığı payanda, onu taşıyan esas kolon Erdoğan’a oy verenler değil, Erdoğan’ın karşısında olduğunu zannedenler. Çünkü esas onların kasabalılığı muhkem. Bayburt —görmedim ama besbelli ki— bir kasaba. Ama Bayburtlular Bayburt’tan gitme hayali kurabiliyorlar. Ama mesela Soner Yalçın, şehirde yaşayan bir kasabalı. Kimsenin hayal kuramayacağı, önceden belirlenmiş bir güzergâhtan sapmaya teşebbüs edemeyeceği bir Türkiye talep ediyor. Erdoğan’ın muhaliflerinin kahir ekseriyetinin kendi daraltılmış gerçeklikleri var ve o daraltılmış gerçekliğin gerçeklik yerine ikame edilebileceği bir Türkiye murat ediyorlar.
Belki de daha önce birkaç defa kullandığım kelimelerle özetlesem kâfi olur: “Ben şöyle yaşamak istiyorum” demiyorlar, “sen şöyle yaşamalısın, herkes şöyle yaşamalı” diyorlar. Onların bu tavrı, bu tavrın olağanlaşmış olması da, Erdoğan’a “siz şöyle yaşamalısınız” deme lüksü tanıyor. Meselenin özüne inemiyor, daraltılmış gerçekliklerden hangisinin gerçeklik yerine geçmesi gerektiğini tartışıyoruz. Şehir olamıyoruz. Şehirli olamıyoruz.
Bir gün kamp bitince… Fena halde çuvallayacak, sudan çıkmış balığa döneceğiz.