Fark
Murat Sevinç “1961 Anayasası, günahlarıyla karşılaştırılamayacak ölçüde çok sevabıyla, anayasa tarihimizin zirvesidir” demiş (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/12/tbmmde-cay-kahve-ve-gazoz-cok-ucuzdu/). Ben de, Türkiye tarihinin Anayasaları önüme konsa, aralarından 61 Anayasasını tercih ederim.
De…
Bir Anayasanın “nasıl bir Anayasa olduğu”ndan çok, “nasıl yapılmış olduğu” mühim. Aradaki farkı da, neden mühim olduğunu da, bence lüzumundan fazla dile getirdim. İfade edememişsem, (a) ben yanılıyorumdur, arada benim önemsediğim gibi bir fark yoktur veya (b) benim o farkı anlaşılır hale getirecek kabiliyetim yoktur.
Ama belki de birileri beni anlamıştır. Fizikteki “iş” kavramını kullanarak, “’buradasınız, buraya nereden geldiğinizin önemi yok’ diye düşünenler yanılıyor” dediğimde, “ben olsam bu hali daha iyi ifade ederdim ama bu da kâfi” diyenler vardır bir yerlerde. Uzatmayacağım, yarım kilo dana eti, bir kilo domates, şu kadar yeşilbiber, bu kadar patates, birer tutam muhtelif baharat, sayısız farklı yoldan bir yemek haline getirilebilir. Biri de mesela, hepsini bir mutfak robotuna koyup bir arada öğütmek. Neticede midenizde gerçekleşecek olan işlemin bir bölümünü “dışarıda” yapıp, sindirim sisteminizin beyhude yorulmasına da mani olunabilir fazladan.
Yer misiniz?
Mesele, 61 Anayasasının o günlerdeki toplumun “gelişmişlik seviyesine” uygunsuzluğu filan gibi manasızlıklar değil. Mesele, tam da Sevinç’in “yürürlükte kaldığı on dokuz yıl süresince büyük ölçüde kendisine sahip çıkmayan iktidarlar elinde kalan” derken kullandığı “kendisine sahip çıkmayan” ibaresinde düğümleniyor. Eğer toplum 61 Anayasasının yapılışına ortak edilseydi, Anayasaya toplum “sahip çıkardı” ve iktidarlar da sahip çıkmak zorunda kalırdı.
Denebilir ki, “eğer toplum Anayasa yapım sürecine ortak edilseydi, Anayasa öyle olmazdı, toplum öylesini istemezdi”. Denemedik, bilmiyoruz. İlaveten, zaten Anayasanın tam da öyle olması, süreç sırasında filan profesörün yurt dışına çıkması, falancanın rahatsızlanarak belirli safhalara katılamaması filan gibi faktörlerin neticesi. Yani “tam da öyle” olmaması için sayısız başka sebep de var. Derdim bunlar değil, bir şeye sahip çıkmanın en kestirme yolu, onun yapımına katkı sağlamış olmaktır.
16 Nisan’da geçirilip, fiilen yenilerde memlekete giydirilen deli gömleğinin de akıbeti aynı olacak. Çünkü ahali bu Anayasanın yapımına ortak edilmedi. Kimse, ona “evet” diyenler, hatta “evet” densin diye sokak sokak gezip propaganda yapanlar bile, onun yapımına katılmadı. “Evet” demek ve/veya “evet” densin diye çaba harcamak, bir nebze de olsa “sahiplenme” sağlar. Ama o kadar.
Bu demek değil ki, mevcut manasızlığın dikişleri orasından burasından atınca, ona “evet” demiş olanlar dâhil herkes itiraz edecek. Öyle bir şey olmayacak ama mevcut ucube “yaşamayacak”. Onu “ayakta tutmak” için olağanüstü bir enerji yoğunlaşması gerekecek. Birileri bu enerji yoğunlaşmasını devleti, dış desteği ve saireyi payandalayarak sağlayabilirse… Başımız fena halde derde girecek.
Demem o ki, mevcut garabetin arkasında “halk desteği” yok. Halk desteği “başka bir şey”in ardında. O “şey”, kendi arkasındaki desteği “mevcut garabete destek” olarak satabilir ama realite öyle değil. “Öyle veya böyle, neticede ne değişiyor ki” diyenler için söylüyorum, “bir şey değişmiyor ama aradaki farkı siz görmediğiniz için.”