Göz
Videonun pause tuşuna bastığınızda görüntü donar. Ama olan sadece görüntünün donması değil. Aynı zamanda ses kaybolur. Ses donmaz, kaybolur. Çünkü donmuş bir görüntü mümkün ama donmuş bir ses değil.
McLuhan, doğudan batıya doğru yol aldıkça sesin ehemmiyetinin azaldığını iddia etmişti. Doğu-Batı tasnifini sevmiyorum, çünkü aşırı tüketildi. Değer yargılarıyla aşırı yüklendi. Ama McLuhan’ın yaptığı gibi tespitleri seviyorum. McLuhan’ın tespiti verilmiş bir karara bahane olmaya pek elverişli değil. Ama olup biteni anlamaya çalışmak için işe yarar gibi görünüyor.
***
Bizde bir laf vardır, ahaliyi aşağılamak isteyen hemen herkes, ihtiyaç duyduğunda sektirmeden tekrarlar: Türk’ün aklı gözündedir. Benzer bir söz başka dillerde de var. Ama —zannediyorum ki en azından pek çoğunda— ahaliyi aşağılama kastı taşımıyor. Sadece bir tespit. İnsanın aklı gözündedir. Çünkü insan beyninde beş duyuya ayrılmış olan nöronların arasında görmeye ayrılan, diğerleri ile kıyas kabul etmeyecek kadar fazla.
Siz bu yazıları okurken, görme duyunuzu kullanıyorsunuz. McLuhan zaten, Batı’da görme duyusunun baskınlığından söz ederken, yazıyı da merkeze koyuyordu.
Ama ihmal edilmemesi lazım gelen bir ayrıntı var: İnsanlar okurken, genellikle, okudukları yazıyı bir iç ses seslendirir. Bu yazının yer aldığı ekrana bakarsanız, sadece bakarsanız, gördüğünüz bir şey var. Beyaz zemin üzerinde, düzgün bir sırayla dizilmiş siyah şekiller görürsünüz. Mesela Türkçe bilmeyen birinin aynı ekrana baktığında gördüğü şeyi… Ama okumaya başlarsanız, sese ihtiyacınız olur. Onu da kendiniz üretirsiniz. Yani gördüğünüz şeyin sadece görülen bir şey olmaktan çıkması için, isteseniz de istemeseniz de ses girer devreye.
Oldu mu? Okurken içimizden seslendirdik, tamamlandı mı? Belki de hayır. Çünkü —McLuhan’ın işaret ettiği, Jacques Ellul’un da Sözün Düşüşünde teferruatıyla analiz ettiği gibi— görüntü sıralı bir şey. Ses ise eşanlı. Etrafınızı görmek için gözünüzü kaydırmak, farklı kareleri sırayla görmek zorundasınız. Ama etrafınızdaki sesleri eşanlı olarak işitirsiniz.
Daha mühimi —bana daha mühim görüneni— var: Gördüğünüzde, gördüğünüz şey merkezde yer alır. İşittiğinizde ise siz merkezdesinizdir. Yani sözün düşüşü, sadece sözün düşüşü değil, bir özne olarak sizin düşüşünüz. Bir özne olmaktan, bir seyirci olmaya düşüşünüz… Görselliğin baskınlaşmasının yol açtığı neticelerden biri bu.
“Eh, öylesi gerekiyormuş” denebilir. Ama pek öyle de görünmüyor. Selfie bir çılgınlık gibi yaygınlaştı kısa sürede. Seyircileşmiş olanların, kendilerini merkeze yerleştirme, yeniden özne olma çabası olarak değerlendirilemez mi bu?
***
Bütün bunların manası ne? Ne diye böyle şeylerden söz ediyorum? Erdoğan’dan kurtulmaya veya Osmanlı’yı ihya etmeye filan yarıyor mu bu hususlar?
Bilemem.
Ama şunu biliyorum: Biz hepimiz, kendine has şartlar altında var olduk. Yani mesela hepimiz okuyarak birçok şeyin öğrenildiğini varsayan bir dünyaya doğduk. Bu tür varsayımlar altında şekillendik ve o varsayımlara sahip olduğumuzun bile farkında değiliz. Dolayısıyla onları gözden geçirme şansımız çok zayıf.
Okuyarak öğrenilir mi? Elcevap: Öğrenilir herhalde. Ama ne öğrendiğiniz, ne okuduğunuza da bağlı. Şunu değil de bunu okursanız, şöyle değil de böyle bir insan olursunuz. Ama sadece o kadar değil. Aynı zamanda, dünyanın sıralı bir şey olduğu, istendiğinde dondurulup analiz edilebileceği, sizin aslında bir özne olmadığınız filan gibi bir yığın şeyi de öğrenirsiniz. Okuduğunuz metin hiç böyle şeylerden söz etmese de…
E, ne olur?
Memleketin önce Avrupalılar gibi sanayileşmesi gerektiği, filanca değişimlerin ancak ondan sonra gerçekleşebileceği filan gibi varsayımları kolaylıkla satın alabilen insanlar olursunuz. Önce Erdoğan’dan kurtulmak (veya önce şu doksan yıllık reklam arasını sona erdirmek) ve sonra dişe dokunur işlere girişmek gibi programları satın alırsınız. Falanca yerde gerçekleşmiş bir davanın neticesi, filanca yerdeki bir kaza, şuradaki bir beklenmedik olay üzerinden memleketin anlaşılabileceği varsayımını satın almış olursunuz. Siz bu varsayımı zaten satın almış olduğunuz için de, size bir yığın böyle malumat servis edilir.
Ve… Belki de hepsinden mühimi, olup bitenin sizin de rol aldığınız bir tiyatro olduğunu, siz şurada şöyle davrandığınız için Fransa’da gencecik çocukların hunharca katledildiğini filan aklınıza bile getirmezsiniz. Mesuliyetiniz kalmaz.
Filan.
***
Biz —gözümüzün biyolojisi buna müsait olduğundan— âlemi dondurup analiz ediyoruz diye âlem dondurulup analiz edilebilir bir hal almıyor.
İyi ama, âlemi dondurup analiz edenler, göze baskın bir rol verenler daha başarılı değiller mi? Daha başarılılar. Ama bu başarının göze baskın bir rol vermekten kaynaklandığına dair bir delil yok. Kaldı ki, onlar, mesela bir futbol maçını analiz ederken dondurup, “aha işte hakem burada…” filan diyor değiller. Futbolun enstantanelerden ibaret olmadığını, aksine bir akış olduğunu, sahanın dört bir yanında eşanlı olarak gerçekleşen bir yığın aksiyondan zuhur eden bir melodi olduğunu unutmuş değiller. Çünkü onlar modernleştiler, modernleştirilmediler. Dolayısıyla fabrikalarda yaptıklarını futbolda, siyasette, sosyolojide tekrar etmeye, futbolu, siyaseti, sosyolojiyi dondurulmuş karelerden yeniden inşa etmeye kalkmıyorlar.
Daha mühimi, insanlığın bir bölümünün diğer bölümünden daha başarılı olmasına yol açan bazı tutumlar, bir bütün olarak insan türünün başarısı açısından nakıs olabilir.
Filan.
***
Bitirmeden söyleyeyim (çünkü gerekiyor ne yazık ki): “Gözlerinizi kapayın” filan diyor değilim. Göz lazım. Çok lazım. Gözlerinizin biyolojisinin sağladığı imkânlardan şehvete kapılmak tehlikeli olabilir diyorum. Hepsi bu.