Güya

Küçüktüm. İzmir Güzelyalı’da oturduğumuz mahallenin arkasındaki sırtlarda gecekondular zuhur etmeye başlamıştı. O güne kadar aşina olduğum insanların hiç birine benzemeyen iki genç kız, her sabah yukarıdan aşağıya, her akşam aşağıdan yukarıya evimizin önünden geçmeye de başlamıştı. Etrafta onlar için yapılan dedikoduları hak ettiklerini zannetmiyorum. Geliş ve gidişleri mesai saatlerine uygunluk gösterdiğine göre, besbelli bir yerlerde çalışıyorlardı. Ama dedikodular da sebepsiz değildi, çünkü yine besbelliydi ki, hayatlarını bir takım atölyelerde çalışarak geçirmeye niyetli de değildiler. Giyim kuşamları, makyajları, hal ve tavırları, bir an önce makbul bir eş bulmaya endekslenmiş olduklarını gösteriyordu.

Herhalde şöyle olmuştu: Şehre gelmişler, şehirli genç kadınların hayatlarına imrenmişler, o hayatlar ile o kadınların giyim kuşamları arasında bir korelasyon kurmuşlar, eğer o kadınlar gibi giyinip o kadınlar gibi makyaj yaparlarsa, benzer hayatı kendilerine de sunabilecek bir koca bulabilecekleri neticesine varmışlardı.

Ve herhalde olaylar şöyle gelişmişti: Yolda karşılaştıkları birilerinin olmasa da, mesela çalıştıkları atölyenin patronunun oğlunun dikkatini çekeceklerini ümit ederek geçen birkaç ayın sonunda, mesela ustabaşının şantajlarına boyun eğmek zorunda kalmış, belki birkaç yıl sonra da kendileri hakkında üretilen dedikoduları hak edecek bir hayata sürüklenmişlerdi.

Çünkü…

Bir defa yaptıkları makyajı, giydikleri şeyleri kendilerine yakıştırmayı bilmiyorlardı. O kadar bilmiyorlardı ki, bilmediklerinin bile farkında değildiler. Güzel göründüklerini düşünüyordu olmalılar ama çirkindiler. Çünkü sahteydiler, üzerlerinde taşıdıkları şeylerin her biri diğeriyle uyumsuzdu. Sadece dikkat çekiciydiler, frapandılar.

Dedim ya, küçüktüm. Yukarıda söylediklerimin hiçbirini o tarihlerde düşünüyor değildim. O tarihlerde sahip olduğum tek yargı, genç kızların hiç de güzel olmadıklarından ibaretti. Onların akranı olsam, onları istemezdim, onu biliyordum. Ama —ne kadar küçük olsam da— meselenin genç kızları benim güzel bulmamamdan ibaret olmadığının farkındaydım. Kimse güzel bulmuyordu onları. Sokaktan geçerken arkalarından baktırıyorlardı ama hayranlıkla veya kıskançlıkla değil, komik bulunarak, alay edilerek…

Genç kızlar hakkında sahip olduğum kanaatlerin neredeyse tamamını çok sonra imal ettim. Binlerce benzerleri ile memleketin her yanında karşılaşmaya başladıktan sonra… Ama asıl önemlisi, Türkiye’nin —bir bütün olarak— tam da o genç kızlara benzediğini fark ettikten sonra… Demirel Türkiye’si o genç kızlara çok benziyordu. Sanayileşmeye özenmiş, tenekeleri otomobil formuna sokmanın bir yolunu bulmuş, sanayileşme efsaneleri imal etmişti mesela. “Âlemin romanı var, bizim niye olmasın” denmişti besbelli ve roman formatında bir takım şeyler yazılıp duruyordu. “Biz de futbol oynasak” denmiş, şehirlerin orasında burasında düzlükler çevrilmiş, iki yanına direkler dikilmiş, kramponlar alınmış, formalar diktirilmiş… Ama sonrası hakkında pek de bir şey bilinmiyor olduğundan olsa gerek, bizden başka kimsenin ciddiye almadığı bir şey çıkmıştı ortaya. Malta’da asıl işi kasap çıraklığı filan olan gençler, fikstür gerektirdiğinde, toplanıp Türkiye’ye geliyorlar ve bizim her biri futbol ilahı niyetine tapındığımız gençlerimizin karmasını yenip gidiyorlardı. Gazetelerimiz gazeteye, üniversitelerimiz üniversiteye benzemiyordu. Tastamam o genç kızlar gibi, dişimizden tırnağımızdan artırdığımızı ucuz makyaj malzemelerine yatırmış, aynanın karşısında oramızı buramızı boyayarak, imrendiğimiz şeye benzemeye çalışıyorduk. Benzemiyorduk. Hiçbir zengin çocuğu bize bakmıyordu. Demirel “Böyyük Türkiye” yapmıştı ama o Türkiye’nin hiçbir şeyinin Kapıkule’den öte yanda hükmü yoktu.

Demirel’in hakkını yemek istemem. Giyinip kuşanarak, allanıp pullanarak, olduğundan başka bir şey gibi görünmeye çalışarak, kestirmeden sınıf atlamaya çalışan Demirel değildi. Demirel’i destekleyen kesimler de değildi. Tam da onların karşısında duran, “siz olmasanız bu güzel halimizle ne kutlu bir izdivaç yapacaktık” zannıyla avunanlardı.

Onlar, mesela, Şenay’lardan, Ali Rıza Binboğa’lardan filan çağdaş müzik ilahları yaratma peşindeydiler. Hâlbuki Orhan Gencebay, tam da her sabah ve akşam evimizin önünden geçen genç kızların yaşadığı evlerdeki hayatların müziğini yapmaya başlamıştı. Kasetleri yüz binlerce satıyordu. TRT Orhan Gencebay’a yasaklandı. Demirel’e oy verenler, yokluğun yoksulluğun içinde, ne yapıp edip bir kasetçalar ediniyor, Gencebay’ı dinliyorlardı ama Demirel’in Başbakan olduğu Türkiye’nin TRT’sinde, Demirel’in seçmenlerinin Gencebay’ına yer yoktu.

Yani…

Bir defa, o biçimsiz, bilmedikleri gibi giyinip bilmedikleri gibi makyaj yaparak biçimsizliklerine biçimsizlik katmış, sahte, hiç kimsenin yanında yeri olmayan genç kızlar gibi olanlar, özellikle Demirel’e o gün de bugün de karşı olanlardı. Bunun altını çizelim. Yaptıkları hiçbir şeyi yakıştırabiliyor değillerdi. Ama müthiş bir özenti içindeydiler. Hâlâ öyleler. ODTÜ’den diploma aldıklarında, birden, artık en cazip izdivaç için bütün eksiklikleri ikmal ettiklerini zannediyorlar, sonra da ümit ettikleri izdivacı yapamayınca ailelerinin yoksulluğunu, biçimsizliğini mazeret olarak gösteriyorlar. Hiçbir şeyi uluslararası standartta yapamadıklarını, dışarıdan bakıldığında birer garabet olarak göründüklerini filan idrak etmiyorlar.

İkincisi, Demirel, o garabetlerin şirretliklerini biliyordu. Kasetleri birkaç yüz bile satmayan Şenay’ı yasaklarsa, roman formatında yazılmış abuklukları birkaç yüz satmayan yazar müsveddeleriyle bilek güreşine girerse başına neler geleceğini biliyordu. Neler gelecekti? Harp Akademisinde dünyanın sırrını öğrenivermiş olan ve memleketin her şeyinin kendilerinden sorulmamasına fena halde içerleyen subaylar tepesine binecekti. Demirel bu kadar oynak bir atın üzerinde rodeo yapmak zorundaydı.

Demek ki, kendisini anlayışla karşılayabilirim. Ama… Dün de dediğim gibi, memleketin derin problemleri vardı. Artıyorlardı. Hiç değilse bir yerinden başlayabilir, mesela futbolun daha kaliteli olabilmesi için tedbirler filan geliştirmeye çalışabilirdi. Tam aksini yaptı. Her şeyin aynı vasıfsızlıkta olması için özel çaba harcadı. Her şey aynı vasıfsızlıkta olmalıydı ki, biri diğerine kötü misal olmamalıydı.

***

Sonra Özal geldi.

Bir yığın hata yaptı. Ama memleketin kaderinin yenilmek olmayabileceği kanaatinin tohumlarını ekti. Türkiye, orada burada doğru dürüst bazı şeylerin de yapılabileceği bir ülke oldu. Arada bir yığın manasız, eskisini bile aratan şey de yapıldı. Ama Türkiye’de çok şey değişti. Şimdi kimsenin Demirel günlerindeki ruh durumunu layıkıyla hatırlayabileceğini zannetmiyorum, ama hatırlatmak için çaba harcayayım: Türkiye’nin milli futbol takımı, maçları daha maç başlamadan kaybediyordu. Diğer sektörler de farksızdı.

***

Sonra…

Sonrası kâbus. Demirel Özal’ın defterini dürdü. Dürdü de ne oldu? Sadece bir misalle anlatmaya çalışayım.

Gençliğim yollarda geçti. Kendimi en kötü hissettiğim mekânlar otogarlar ve dinlenme tesisleriydi. Her şeyi vasıfsız olan Türkiye’nin her şeyinden daha adi, aşağılayıcı mekânlarıydı otogarlar ve dinlenme tesisi denen yerler. Özal zamanında birbiri ardına iyileştiler. Eh, memleketimin okumuş çocukları açısından, böyle peyderpey iyileşmelerin hiçbir manası yoktu. Onlar kestirmeden, bir tek kalemde, mesela sosyalist olarak veya Atatürk ilkeleri marifetiyle, ahalinin başını açıp ezanları Türkçe okutarak filan kaliteye tavan yaptıracak, dünyaya parmak ısırtacaklardı. Öyle dinlenme tesislerindeki veya futboldaki kalite artışıyla yetinemez, uğraşamazlardı. Ama ben, kendi hesabıma, otobüs mola verdiğinde doğru dürüst bir hizmet almanın da fena bir şey olmadığını düşünüyordum.

Derken, bir gün, kâbus gibi bir yolculuk yaptım Eskişehir’den İzmir’e. Otobüs Kula’da mola verdiğinde, bağlantılı İzmir-Bodrum seferini kaçırdığımız da belli olmuştu. Eşim otobüsten inmek istemedi. Ben indim. Kahvaltı tepsisini alıp bir masaya oturdum. Yanıma genç bir çift oturdu. Genç kadın erkeği azarlayıp duruyordu. Çok geçmeden anlaşıldı ki, çocuğun suçu yok. Onlar da bambaşka bir firmayla benzer bir kâbusu yaşamışlar. Bu arada kahvaltı tepsisindeki tereyağını elime aldım, elime sıvaşıverdi. Reçeli açtım, bozuk çıktı. “Ne oluyor ya, hiçbir şey de yolunda gitmez mi” diye düşünürken, birden aklım erdi: Demirel Başbakan olmuştu.

E, ben de farkındayım, sembolik bir şeyden söz ediyorum. Ama tastamam böyle oldu işte.

Sonraki Demirel, önceki Demirel’den de daha vahimdi yani.

Daha sonraki? Daha da vahim.

Çünkü Demirel’in ilk döneminde Türkiye, dünyadan yalıtılmış bir ada haline getirilmişti Demirel’e karşı çıkan Aydınlanmacıların Demirel’le işbirliği vasıtasıyla. Dahası, sistemin bütün unsurlarının arasında iyi kötü bir uygunluk vardı, her şey aynı vasıfsızlıktaydı. Ama o şartlar altında yaşamaya da alışmıştık. Sonraki dönemlerinde Demirel, açıkça çağdışı kalmıştı. Çağa uymaya çalışmak yerine çağı kendisine uydurmaya çalıştığı için de…

Neyse… Tekrarlayayım: Tek ve hatta asıl suçlu Demirel değildi. Demirel “her bir şeyin şıp diye nasıl çözüleceğini bilen” ama tenis oynamayı, roman yazmayı, müzik yapmayı —veya herhangi dişe dokunur bir şey yapmayı— bilmeyen, ama “ben bilmediğimden değil, bak ne güzel boyandım, artık en iyi izdivaçlara layığım” deyip duran, “iyi de neden ustabaşının kapatması oldun” diye sorulduğunda da “ahali tenis oynamayı, roman yazmayı bilmiyor, müziği de arabesk, ondan” diye cevaplayan kesimleri memnun etmesi gerektiğini düşünüyordu. Aksi halde… Malum. Aha işte o kesimler de, tenis oynamayı bilmeden Wimbledon kazanmanın, roman yazmayı bilmeden Nobel kazanmanın formülünü bulmuşlar, ODTÜ’lerde filan öğretip duruyorlardı: Ahaliyi değiştireceksiniz, tenis oynayacak, roman yazacaklar.

***

Sonrası daha vahim.

Memlekette ahaliye biçim vererek her bir derdin çözüleceğine iman etmiş kesimlerin soluğu kesilmişken (sadece solukları kesildi, projelerinin hayata geçeceğinden ümitleri kalmadı, yoksa projelerine imanları eksilmedi), bu defa Erdoğan ve tayfası çıktı meydana. Yaptıkları her şey tam da Demirel Türkiye’sindeki gibi derme çatma, kırık dökük, vasıfsız. Gazetelerde köşe yazılarını okudukça içinden “ben de yaparım” geçmiş birileri, Türkçe bilmeden, zekânın z’sinden mahrum, hikmet döktürüyorlar. Yazdıkları gazeteler okunmuyor, boy gösterdikleri kanallar seyredilmiyor, ve fakat çıkıp “İslam’a göre devlet düzeni” kuruyorlar. “Ulan 1400 yıldır benden önce şu kadar âlim geldi, böyle bir projeye yazılmadılar, acep benim bilmediğim bir şey mi var” demek gelmiyor akıllarına —yani akıl niyetine istihdam ettikleri şey neyse ona…

Altmışlı yaşlarında bir Demirel’le karşılaşsa, üç günde un ufak olacak bir zavallıdan dünya lideri çıkarmaya çalışıyorlar. Kahvehane aritmetiğiyle faiz belirlemeye, İstanbul’un fethinden karikatür gösteriler düzenlemeye, kısaca söyleyecek olursak yazının başındaki genç kızlar gibi komik olmaya devam ediyorlar.

Türkiye’yi 70’lerin Türkiye’sine döndürmeyi başardılar. Bu hızla giderlerse, bin yıl fırsat da bulurlarsa, belki Osmanlı’nın kuruluşuna da döndürebilirler. Neden olmasın? Memleketimin güya aydınlarıyla güya ahalisi el ele verdi artık, çok şükür.