Halep’ten Öte
Halep’te, görünen o ki, büyük bir trajedi yaşanıyor. Üstelik —insan dahasını düşünmek istemese de— en büyük acılar henüz yaşanmadı.
Halep’te yaşananlar, birçok zihinde, 21 yıl önce Srebrenitsa’da yaşananları akla getirdi (mesela http://www.undispatch.com/aleppo-will-synonymous-srebrenica/). Srebrenitsa’da BM güçlerinin şehirdeki Boşnakların silahlarını “sizi biz koruyacağız” diye toplamış olduklarını, sonra da Sırplar şehre girerken onlarla birlikte kadeh tokuşturup, hediyeleşip çekip gittiklerini saymazsak, Halep’te olanlar 21 yıl önce Srebrenitsa’da yaşananları gerçekten andırıyor. Burada da, Cihan Harbinin ardından icat edilmiş yapay bir ulus devlet can çekişirken, gövdeden kopan parçaların her biri şarapnel gibi etrafı kana buluyor.
Sırplar 1995’te Yugoslavya’yı bir daha asla ihya edemeyecek olduklarını fark etmemiş olabilirler mi? Bilemiyorum. Şimdi Halep’e giren, kontrol ettikleri bölgeye geçen Haleplileri erkekleri bir yana, kadınları öte yana ayırıp erkekleri götüren Suriye ordusunun neferleri, Suriye’nin artık asla eskisi gibi olamayacağını fark etmemiş olabilirler mi? Ya onların komutanları? Ya komutanların tepesindeki Esad?
Bilmiyorum. Ama bu soruların büsbütün saçma ve uygunsuz olabileceğini biliyorum. Srebrenitsa’da katliamı örgütleyenler ve katliama katılanlar, artık eskisi gibi bir Yugoslavya olmayacağını pekâlâ bildikleri halde o cürümleri işlemiş olabilirler. Pekâlâ bildikleri için… Yeni sınırlar çizilirken, kendi hisselerine düşecek bölgeyi genişletme hayaliyle… Şimdi de Esad, yeni sınırlar çizilirken masaya daha güçlü bir el ile oturmak için bu vahşeti göze alıyor olabilir.
***
Otomobilde frene bastığınızda, otomobil yavaşlarken sizi öne doğru itan bir kuvvet hissedersiniz. Veya otomobil viraj alırken sizin gövdeniz eski istikamete gitmek ister gibi olur. Bilirsiniz ya… Bu halin adı eylemsizliktir (inertia). Eylemsizlik kelimesi, etimolojisi yüzünden, başka çağrışımlara yol açıyor, bu yüzden inertia demeyi tercih ediyorum. Inertia, kütlesi olan şeylerin ivmeye, yani hız değişikliklerine karşı gösterdikleri reaksiyon olarak tarif edilebilir. Sırp güçlerinin yaptıkları, Yugoslavya’nın inertiasının tezahürü idi. Yugoslavya’nın değişime ayak uydurmakta güçlük çekmesi. Şimdi genelde Suriye’de, özelde Halep’te yaşananlar da, mevta bir devletin, Suriye’nin inertiası…
Değişim kolay olmuyor.
***
Devletlerin düzleminden bakınca böyle görünüyor da…
Başka düzlemler de var.
Neticede sekiz bin küsur insanı gözünü kırpmadan öldürenler devlet filan değiller. Herhangi bir soyut kavram değiller. Sizin, benim gibi insanlar. Muhtemelen evli barklı, çoluklu çocuklu insanlar. Mesela kızları var ve kar yağdığında onunla kartopu oynuyor, birlikte kardan adam yapıyorlar filan. Şimdi Halep’e giren Esad ordusunda da bir yığın insan işliyor işlenen cürümleri.
Kim bunlar? Nasıl insanlar?
Kafataslarının içinde neler dönüyor olduğunu tahmin etmek o kadar da zor değil. Şehrin hâlâ kurtarılmamış bölgesinden kendi kontrollerindeki bölgeye geçen kalabalıkların ne kadarının masum sivil olduğunu bilmiyorlar. Aralarında çok sayıda isyancı olabilir. Bugün burada bulunmalarına, canlarını tehlikeye atmalarına sebep olan isyancılar… Esad askerlerinin o isyancılardan nefret etmek ve onlardan korkmak için yeterince sebepleri var. O kalabalıkların arasında onlardan pek çok kişi olabilir ve ellerinde, onları kalabalıktan ayıklayacak turnusol kâğıtları yok.
Ee?
***
Şimdi sizi bambaşka bir yere ışınlayacağım. İlk anda, Suriye’den bambaşka bir galaksideymiş gibi görünen bir yere: Vanderbilt Üniversitesine. Orada ikamet eden biri, Michael Bess, geçtiğimiz yıl, Our Grandchildren Redisgned adıyla bir kitap yayınlamıştı. Genel olarak biyoteknoloji başlığı altında toplayabileceğimiz teknolojik gelişmelerin, kırk yıla kalmadan, insanlığın başına ne tür çoraplar örebileceğini filan anlatmaya çalışmıştı.
Nasıl şeyler olacak ki Bess’i o kadar çok korkutuyor? Kendi ifadesine bakacak olursak, gelecek nesillerin sadece hayatları uzamayacak, sağlıklı hayatları uzayacak. Yani mesela yüz yaşına geldiklerinde hâlâ 45 yaşındaki gibi dinç ve sağlıklı olacaklar ve kendilerini biz kendimizi 45 yaşında nasıl hissettiysek öyle hissedecekler.
E, ne var bunda korkacak?
Bess elbette bunların gerçekleşecek olmasından korkmuyor. Bu gerçekleşecek yeni refahın eşit bölüşülmeyecek olmasından korkuyor. Biologically bifurcated humankind diye adlandırdığı bir kavram ortaya atıyor ve insanlığın bir bölümü uzun ve sağlıklı bir hayat yaşarken, diğer bölümü ile arasındaki uçurumun büyüyecek olduğunu iddia ediyor. Daha doğrusu, işin bu hale gelmemesi için bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyor.
Bess sadece ABD içindeki sınıf farklarının büyümesinden de endişe etmiyor. Uluslararası eşitsizliklerin de büyük ölçüde artacağını düşünüyor, bundan endişe ediyor ve… Bugün belirli ülkelerde geliştirilen teknolojilerin bütün insanlığın hizmetine az çok eşit sunulması için uluslarüstü örgütlenmeler gerektiğini filan söylüyor.
Şöyle hissediyorsunuz kendisini okurken: Eğer Suriyeliler de faydalanamayacaksa, Amerikalıların bu teknolojilerden faydalanıp daha uzun ve sağlıklı ömre ulaşması engellenmeli. Eh, böyle söylemiyor, hele Suriyeli filan gibi somut tanımlar hiç kullanmıyor ama öyle hissediyorsunuz işte. Batı dünyasında varlıklı olanlar ile yoksullar arasındaki ve Batı dünyası ile dünyanın kalanı arasındaki farklar büyümesin, azalsın istiyor Bess.
Suriye’de buna benzer mevzularda kafa yoran kimse var mı, bilemiyorum. Varsa, fonla —mesela tarumar olmuş Halep görüntüleri ile— arasındaki kontrast herhalde komik görünüyordur. Ama diyelim ki —burada benim yapmaya çalıştığım gibi— yaşanan akıldışılıklardan kendisini koruyabilmek ümidiyle birileri bu konulara kafa yoruyor. Amerika ile Suriye arasındaki farkın azalması gerektiği konusunda, herhalde Bess’ten daha heveskârdır. Öyledir herhalde, değil mi?
Ya peki Suriye’deki Araplar ile Kürtler arasındaki, Şiiler ile Sünniler arasındaki farkların azalması hususunda ne düşünüyordur? Kendisi için istediklerini, tastamam karşıda duranlar için de istiyor mudur? İsteyebiliyor mudur?
***
Bess’e —ve onu yetiştirip besleyen Amerikan düzenine— övgüler düzmek filan gibi bir niyetim yok. Galiplerin centilmenliğinde, beni her vakit rahatsız eden bir ton var. Kaldı ki, Bess’in mevzuları Suriye ordusunun askerlerinin mevzuları ile ayrı galaksilere aitmiş gibi görünseler de, arkaplanda aynı dar kavram dünyasına yaslanıyor olduklarının izlerini gördük: Kaybedenler kazanamayacaksa, kazanacak olanlar engellenmeli.
Bu talep, ister Bess’inki gibi soylu, ister Suriye ordusununki gibi soysuz bir motivasyona sahip olsun, gerçekleşmeyecek. Öyle olmayacak. Rahatsız edici olduğunu, içe sindirmenin güç olduğunu biliyorum ama kaybedecek olanlar olacak.
Ama…
Bess’in korktuğu gibi de olmayacak. Yani eşitsizlikler büyümeyecek. Çünkü kaybedenler helak olacak. Geriye sadece kazananlar kalacak, onların hemen hepsi yüz küsur yıl ve sağlıklı bir biçimde yaşayacaklar. İnsanlık ikiye ayrılmayacak. Yani bugünkünden daha derin bir biçimde ayrılmayacak.
Genetik mühendisliğini, prensip olarak tehlikeli buluyorum, yaratacağı neticeler beni korkuttuğu için değil. Prensip olarak… Çünkü genetik mühendisliği, herhangi bir planı olmayan, kendisi bir kontrol sistemi olmayan biyolojik evrim sürecini bir plana göre kontrol etmeye yönelik bir süreç ve… Bu yüzden de dönemini doldurmuş bir kavram dünyasının geleceğe tecavüzü bence. Bunu belirtme ihtiyacı duyuyorum, çünkü Bess’in korkularını yersiz bulmam “korkulacak bir şey yok” demekmiş gibi anlaşılabilir. Nüansları tamamen iptal ettiğimiz bir lisanla konuşup düşünme salgını fena halde yaygınlaştı ve bu da çok can sıkıcı. İşleri çok zorlaştırıyor.
Bütün bu zorluklar içinde, derdimi özetle tekrarlamaya çalışayım:
- Aynı kürenin üzerinde, bir yanda Suriye’de insanlıkdışı işler yapılırken, öte yanda insana en çok yakışan işler yapılıp duruyor. Aynı biyolojik türün üyeleri, insanlar yapıyor her iki işi de…
- Suriye’de insanlıkdışı işleri tetikleyen Amerika’nın bir üniversitesinde, Amerikalı birileri, Suriyelileri Suriyelilerden daha çok düşünüyor. Aynı devletin vatandaşları, Amerikalılar yapıyor her iki işi de…
- İnsanlığın —ve tabii olarak Suriyelilerin— istikbali, bugün Suriye’de olup bitenlerden çok Amerika’da yapılanlara ve onlar etrafında dönen tartışmalara bağlı olarak şekillenecek. Suriye’de bugün doğan bir çocuğun kısa süre içinde ölüp ölmeyeceği Suriye’de olup bitenlere bağlı ise de, eğer hayatta kalabilirse nasıl bir hayatı olacağı, Amerika’da yaşananlara göre biçimlenecek.
***
Eh, Suriye deyip duruyorum ama… Aylar önce demiştim, Türkiye tez vakitte Suriyeleşecek. Dolayısıyla, Suriye’den söz ederken aslında Türkiye’den bahsediyorum.
Siz hiç, hayatınızın herhangi bir döneminde, sosyal itibarın memleketteki eşitsiz dağılımından rahatsızlık duydunuz mu? Mesela başörtülü kadınların üniversitelerde hizmetli olması mümkünken akademisyen olamamalarının, o başörtülü kadınların ait olduğu sosyal kesimlerde ne tür travmalara yol açtığını merak ettiniz mi? Bahse konu olan travmaların giderilmesi için çaba harcadınız mı? Yoksa, insanlığın soylu ilerleme sürecine ayak bağı olduğundan telef olmayı hak eden ilkeller olarak mı baktınız o insanlara. Yok olmayı hak ettiklerini, yok olmanın kendi tercihleri olduğunu mu düşündünüz?
Şimdi Kürtlere nasıl bakıyorsunuz? Sizin için mevcut olan opsiyonların Kürtler için mevcut olmamasını tehdit edici bulduğunuz oldu mu hiç? Yoksa, “müstahakları bu, onlar da şöyle yapmasalar, böyle yapmasalar” filan diye bahaneler uydurabilmeniz, huzur içinde işinize gücünüze dönebilmeniz için kâfi geliyor mu?
Bu soruları sonsuza kadar uzatabilirim.
Şu cevapları bu cevaplara tercih edebilirim. Ama derdim kendi tercihlerim filan değil. Bess’in de işaret ettiği gibi, artık zaten hemen herkesin işaret ettiği gibi, insanlık olağanüstü bir viraj alıyor. Virajdan sonra yolun nasıl bir dünyada devam ettiğini bilemiyoruz, çünkü görmüyoruz. Suriye’deki savaş ile Amerika’da biyoteknoloji konusunda yapılan işler, aynı virajın farklı alanlardaki tezahürleri. Refah kavramı mesela tamamen değişiyor ve daha da değişecek ama aynı zamanda onun toplumların içinde ve arasında nasıl üleşileceği de değişiyor ve daha da değişecek.
Bütün bu hengâme içinde, “benim sahip olduklarıma sahip olmayanlar olduğu sürece, onlara benim sahip olmam çok da matah bir şey değil” düşünmek de mümkün. Öyle düşünenler de var.
Memlekette sesleri çok çıkanların arasında onlardan olmadığı ise aşikâr.