Hünerin Metalaşması
Her şeyden önce şu hususta mutabık kalmalıyız ki, eğer ticaret yapamıyorsanız, üretimle zenginleşmeniz imkânsızdır. Eğer üretim fazlası veremiyorsanız, ticaret yapamazsınız. Avrupa dünyaya hâkim olmadan önce de mesele tastamam böyleydi, yeni bir halden söz ediyor değiliz.
Osmanlı’nın —olduğu kadarıyla— zenginliğinin esas kaynağı, geleneksel ticaret yollarının önemli bir bölümünü kontrol edebiliyor olmasıydı. Geleneksel Asya imparatorlukların hemen hepsinin —hatta Cengiz’in bile— esas motivasyonu, ana ticaret arterlerinin “tamamını” kendi hükümranlıkları altında birleştirmek, tüccarları —yani ticareti— emniyet altına almaktı.
Sözünü ettiğimiz döneme biraz yakından bakalım. Ticareti yapılan mallar son derece sınırlıydı. İşte, baharat, ipek, porselen ve saire… Ticaret karada binek hayvanları ve/veya onların çektiği arabalarla, denizde ise küçük sayılabilecek teknelerle gerçekleştiriliyordu —teknolojik seviye oydu. Toplam nüfusun içinde tacirlerin oranı yok mertebesindeydi, ticarete konu olan malları üretenlerin oranı da bir hayli düşüktü. Amasya’da elma üretenlerin, ürettikleri elmaları Adana veya İzmir’de satmayı hayal etmesi bile müşküldü. Ola ki, ürettikleri elmayı işleyip, yükte hafif pahada ağır bir parfüm filan haline getireler… O vakit ağda bir yere sahip olmaları ancak mümkün oluyordu. Ama mesele sadece ticarete konu olan malları üretenlerin son derece sınırlı olması da değil, tüketebilenler daha da sınırlıydı. Çin’de birkaç on bin kişinin iştigal ettiği ipekçiliğin ürünlerini talep eden Avrupalılar birkaç bini geçmiyordu.
Eh, bahse konu olan, yani ticarete konu olan ürünleri üreten, tüketen ve onların ticaretini yapan birkaç yüz bin kişiyi kazırsak, demek ki, geriye kalan toplam yüz milyonlarca kişi, binlerce yıl boyunca, tastamam aynı şartlarda yaşadı. Bugünden bakınca çok daha eşit bir toplum gibi görünüyor. Mutluluk…
İnsanoğlunun esas iktisadi faaliyetleri, beslenme, barınma, giyim filan gibi sektörlere bölünürse, on binlerce yıl boyunca, ürünler hemen hemen hiç çeşitlenmeden kaldı. Bir nesil nelerle beslendiyse, torunlarının torunları da hemen hemen aynı menüye sahip oldu. Ne giydiyse, torunlarının torunları da aynı şeyleri giydi. Ve sıradan insanlar, bu sektörler dışında herhangi bir mal veya hizmet tüketmeden, mesela eğitim görmeden, gerçek bir sağlık hizmeti almadan, doğdukları yerden birkaç yüz kilometre uzaklaşmadan, kendilerinden vergi toplayan adamların nereden gelip nereye gidiyor olduklarını bilmeden yaşadılar. Büyük mutluluk…
Bugün çocuklarımıza verilen eğitimin kalitesinden veya muhtevasından şikâyet edebiliriz. Sağlık sektörünün bizi istismar ettiğinden, şehirlerarası otobüslerin konforsuzluğundan, trenlerin vaktinde hedefe ulaşamamasından, bize ulaşan haberlerin bizi manipüle etmeye yönelik olduğundan şikâyet edebiliriz. Ediyoruz da… Ama kalitesinden, yeterliliğinden, suiistimal aracı olmasından şikâyetçi olduğumuz, olağanüstü eşitsizliklere yol açan bütün bu hizmetler, nereden baksanız, birkaç nesildir “erişilebilir” oldu. Nasıl oldu? Metalaşarak, “ticaretin konusu” olarak oldu.
Ve neredeyse kimsenin erişemediği, nüfusun ancak on binde birinin filan tekelinde olan eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme filan gibi hizmetlerin, tastamam aynı binde birin tekelinde olan beslenme, giyim ve barınma kalitesinin geniş kesimlere yayılması sürecinde bir “ara safha” var, “Avrupa devrimi” safhası… İktisadi ağırlık merkezinin aristokrasiden burjuvaziye kayma süreci. Nasıl oldu da, belirli imtiyazların kan bağıyla devredilmesini neredeyse herkesin —nesebi sebebiyle o imtiyazlardan faydalanamayanlar da dâhil herkesin— kabul ettiği bir halden, tastamam aynı imtiyazların kandan tamamen bağımsız olarak, bir dizi faaliyeti gerçekleştirmeyle elde edilebildiği bir hale geçilebildi?
Dikkat isterim, “imtiyazların olmadığı” bir halden söz etmiyorum, imtiyazların toplumsal sınıf haritasında “yer değiştirmesinden” söz ediyorum. Bu işin nispeten kansız ve beklenmeyecek kadar barışçı bir biçimde gerçekleşebilmesini sağlayan şey, bence, ağzını açanın şikâyet ettiği paradır, mal ve hizmetlerin metalaşmış olmasıdır. Para el değiştirdi, imtiyazlar da onunla birlikte yer değiştirdiler. Para “yayıldı”, imtiyazlar da seyreldi, yayıldı. Paranın ve metalaşmanın sosyal ve psikolojik olarak sayısız olumsuz tezahürü olduğuna itirazım yok ama eğer iktisat parasallaşmış olmasaydı, “her şeyin değerini ölçen şey” olarak para genel kabul görmüş olmasaydı, burjuvazi aristokrasinin yerini alamazdı ve biz bugün hâlâ belirli imtiyazların belirli ailelerden gelenlerin hakkı olduğundan şüphe edemez halde yaşıyor olurduk.
Para, Avrupalılar gemiler dolusu altını Amerika’dan getirmeye başlamadan önce hükümranlığını ilan etmişti zaten. Ama miktarı fevkalade sınırlıydı ve aristokratların elinde toplanmıştı. Aristokratların manasız düzenlerini sürdürmelerini sağlayan şey “ideoloji” değil, paranın onların elinde toplanmış olması idi. Amerika’dan akan altınlar da, münhasıran aristokratların hazinelerine eklendi. Peki, ne oldu da burjuvazi doğdu?
Bana kalırsa bu hususta en müessir olan şey, dün dediğim gibi, sebepsiz zenginleşme. Daha önceki “sebepli” zenginleşme, makul, bilindik, alışılmış bir hızla gerçekleşen, adeta paranın uysal bir nehir gibi akmasından kaynaklanan bir şeydi. Aniden ortalığı sel bastı. Böyle baktığım için de, meselenin arkasında bir “ideoloji” —mesela Weber’in yaptığı gibi Protestan ahlakı filan— aramak bana beyhude görünüyor. Evet, anlıyorum, birkaç nesil içinde aniden gerçekleşmiş, öngörülemez, şaşırtıcı bir hal var ve onu açıklamak gerekiyor. Anlıyorum, herkes kendi meşrebince aynı soruyu sorup bir cevap buluyor. Ama bence, “maddi şartlar” dışında bir açıklamaya ihtiyaç yok.
Paranın hacminde meydana gelen ani ve olağanüstü artış, bir tür türbülansa yol açtı. Aristokratlar yeni ve daha gösterişli şatolar yaptırmaya kalktılar mesela. Bu arada birileri, “sizin şatonuzda, başka kimsenin şatosunda olmayan şöyle bir şey yaparım” iddialarıyla sahneye çıktılar. Ötekiler eskiden on paraya satabiliyor oldukları ipekli dokumalara şöyle bir farklılık ilave ederek yüz paraya satabilmeye başladılar.
Yani?
Başlangıçta, bildik ürün yelpazesi pek de değişmeden, sadece diğerlerinden daha iyi iş çıkaran zanaat erbabının gelirinin —ve paralel olarak bağımsızlığının— arttığı bir dönem yaşandı. Yaklaşık iki yüzyıl süren bu süreçte, imtiyaz sahiplerinin sahip oldukları mal ve hizmetlerin çeşitliliği artmasa da kalitesi arttı ve buna mukabil olarak da para daha geniş kesimlere “yayıldı”. Paralel olarak gelişen bilim ve teknoloji —zaten gelişmekte olan ve geometrik olarak büyüyen bilginin ürünleri— henüz tüketim yelpazesine “yeni” kalemler eklemiş değildi.
Ama mesela…
“Dişiniz çürümüş, çekilmesi lazım, bu arada canınızın daha az yanmasını sağlayacak şöyle bir ilaç var” gibi yenilikler herhalde gerçekleşmeye başlamıştır. Arabistan’dan yola çıkan kahve henüz Avrupa’nın en seçkin şatolarına bile girmiş değildi, Çin’in çayı da… Ama herhalde Güney Amerikaların uyuşturucu, sakinleştirici otları, gemicilerin meşakkatli hayatlarını daha katlanılır kılmaya yardımcı olduklarından, Avrupalıların hayatlarına girmeye başlamıştır. İlk çeşitlenmeler böyle, özellikle mutfaktan başladı.
Weber’in Protestan ahlakı filan gibi ideolojilerle açıkladığı hal zuhur ettiğinde, artık, elinde bir kaç nesildir yeterince para birikmiş —ve birikmekte— olan ama mevcut siyasi düzende yine de imtiyaz sahibi olamayan, daha çok para kazanması ancak daha çok çalışmasına ve hep çalışmasına, yeni bir şeyler akıl etmesine bağlı olan, aristokratların da alıştıkları hayat standardını sürdürebilmek için mahkûm olduğu, isteyen her aristokrata hizmet sunan ama herhangi birine bağlı/bağımlı olmayan bir “zümre” oluşmuştu. Tacir değillerdi, aristokrat değillerdi, paraya hünerleri sayesinde sahip olmuşlardı.
Daha önce de hüner sahipleri, köylerinde veya şatolarda, hünerleri sayesinde el üstünde tutuluyorlardı. Ama (a) hüner metalaşmış değildi, dolayısıyla (b) hünerli olmak övgüye mazhar olsa da, çocuklarına bırakılabilir şeylerin takasında kullanılabilir bir şey değildi ve nihayet (c) büyük ölçüde Allah vergisi gibi bir şeydi, babaların çocuklarına tavsiye edeceği bir şey, edinilip geliştirilebilir bir şey olarak görülmüyordu. Avrupa’ya akan para, dünyanın kalan yerlerinden önce ve yaygın sayılabilir bir biçimde, Avrupa’da hüneri parasallaştırdı ve bugün anladığımız manada sınai —yani planlanabilir, üretilebilir ve yeniden üretilebilir— bir karaktere büründürdü.
Bir yandan hünerin parasallaşması/metalaşması, öte yandan bilginin artışı derken, bir yandan da aynı para Avrupa’da siyasi sistemi ciddi ölçüde istikrarsızlaştırdı. Bir asır İspanyol asrı iken bir sonraki Hollanda ve sonraki İngiltere asrı oldu yani, gerisini düşünün. Bu istikrarsızlaşma, sadece dünyaya hangi ailenin hükmedeceğini belirsizleştirmekle kalmadı, büsbütün aristokrasinin hükümranlığını zayıflattı. Farklı aileler birbirileri ile rekabet ederken, yeni zuhur eden —o güne kadar muhtelif biçimlerde mahkûm olmaya başladıkları— zümreyle ittifak yapmak, ittifak için de giderek daha yoğun tavizler vermek zorunda kaldılar.
Kapitalistler ve dolayısıyla da kapitalizm böyle doğdu. Öyle Protestan ahlakının, bilim aşkının, merakın, yeniden doğmuş antik Yunan “ruhunun” filan ebeliğine hiç lüzum olmayan, son derece tabii şartlarda…
Başa dönüp bitireyim. Eğer ürettiğinizi satamıyorsanız, üretmekle zenginleşemezsiniz. Eğer malınızı ihtiyaç olan yere taşıyamıyorsanız, satamazsınız. Eğer taşıma çok pahalı, çok riskli, çok meşakkatli ise taşıyamazsınız. İlk “burjuvalar”, hünerlerini yanlarında taşıyorlardı. Sonra, ilk anda, ulaşım teknolojisinde ciddi gelişmeler gerçekleşti ve ulaşım güvenliği arttı.
Ama…
Kapitalistlerin reel olarak dünyaya damgalarını vurabilmeleri, şehirlerin büyümesinden sonra… Birkaç yüz bin kişi daracık bir coğafyada yoğunlaşmış ise, üretim fazlasını —öyle pek “yükte hafif pahada ağır” olmasa bile— “taşımak” iktisadi olmaya başladı. Kapitalizm denen şey Manchester’ı yaptı evet. Ama esas olan şu ki, Manchester kapitalizmi yaptı. Üreticilerin ve tüketicilerin büyük hacimlerde bir araya getirilmesi, daha önce iktisadi olmayan bir yığın ticaretin iktisadi olmasını sağladı. Bu süreçte yepyeni ihtiyaçlar zuhur etti, yepyeni çözümler aramak için kâfi sermaye yoğunlaşması gerçekleşti. Kendisini besleyen bu pozitif döngü de, bütün kusurlarıyla birlikte, günümüzün dünyasını inşa etti.
Protestan ahlakının bu sürecin herhangi bir yerinde bir dahli yok. Esasen Protestan ahlakının süreci biçimlendirmesinden çok, yaşanan “gerçekliğin” —yeni zuhur etmiş sayılabilecek— Protestanlığın ahlakını biçimlendirdiğini söylemek bile mümkün.
Bilime gelince… Bu sürece anlamlı bir katalizör olarak eklemlenmesi çok sonra. Harari’nin sözünü ettiği buhar makinesi filan gibi şeylerin bilimle alakası yok, saf teknoloji idiler. İnsanlık tarihinde çok uzun süre boyunca bilim teknolojiyi takip etti. Buhar makinesi de o döneme aittir. İnsanlar buhar makinesini yaptılar, onun nasıl ve neden çalışıyor olduğunu çok sonra anladılar —artık ne kadar anladıksa… Bilimin anlamlı ölçüde teknolojiye annelik yapması son derece yeni bir şey, nükleer silahlarla filan başladı desek, pek az hata yapmış oluruz.