İflas

Diyelim 16 yaşındasınız. 14-18 yaş aralığındaki yirmi akranınızla birlikte bir haftalık bir kampa katıldınız. Kampta, sizden başka, 28-35 yaş arasında beş gönüllü var —biri psikolojiye, biri fiziğe, biri tiyatroya, biri edebiyata biri tarihe hevesli. İki de görevli var, herhangi bir teknik aksaklık çıkarsa —mesela biri hastalanırsa— çözmek üzere. Tedarik, yemek, bulaşık, çamaşır ve saire işlerin organizatörler tarafından çözüldüğünü varsayabiliriz. Ama en azından mıntıka temizliğinin ortaklaşa çözülmesinde fayda var.
Bir haftalık kamp boyunca göreviniz, mesela Niels Bohr’un bir portresini çıkarmak olsun. Nasıl biriydi? Günde kaç saat ve nasıl —masa başında yalnız mı, birileriyle sohbet ederek mi, yürüyerek mi— çalışıyordu? Nasıl bir çocukluk geçirmişti ki Niels Bohr olmuştu? Kolay öfkelenen biri miydi? Döneminin siyasal ve sosyal olayları hakkında ne düşünüyor olabilirdi? Nasıl bir babaydı, nasıl bir eşti? Çağdaşı olsanız kendisiyle arkadaş olmak isteyeceğiniz biri miydi? Ve saire…
Bir köşede kendi başınıza araştırma yapıyor, okuyorsunuz. O sırada birileri şurada, ötekiler az ötede birbirleriyle tartışıyor. Yeni öğrendiğiniz bir şeyi diğerleriyle paylaşmak için koşuşuyorsunuz. Akşam yemeklerinden sonra herkesin katıldığı uzun tartışmalar oluyor. Ama tabii olarak bütün bir hafta tek mevzu Bohr değil. Gündüzleri de kafile halinde uzun keşif gezileri yapıyorsunuz. Gezindiğiniz yerlerde yüzlerce yıl önce yaşamış olan insanlar nasıl yaşıyordu diye merak ediyor biri, herkes tahminlerde bulunuyor. Ertesi gün biri yeni vizyona girmiş bir filmden söz ediyor.
Hafta bitiyor, dağılıyorsunuz. Arkadaşlar edindiniz. Sizden yaşça büyük olanların arasından birini kendinize rol modeli olarak seçtiniz —elbette yaptığınız işin böyle adlandırıldığını bilmiyorsunuz. Diyelim o tiyatrocu abla olsun. Döndüğünüzde tiyatro hakkında okumaya, nasıl tiyatrocu olabileceğinizi düşünmeye, ebeveynlerinizi bu seçime nasıl ikna edeceğiniz hakkında tasalanmaya başladınız.
Sonraki ay başka bir kampa katılacaksınız. Son kamptaki yirmi akranınızın altısı ve başka 14 kişiyle birlikte. Bu defa gönüllüler farklı, biri sosyolojiye, biri matematiğe, biri teknolojiye, biri botaniğe, biri ise mimariye meraklı. Kamp bu defa bir antik kentin yakınlarında ve konunuz da deniz ticareti. Ne zaman başlamış? Şimdiki hacmi nedir? Neden daha yüksek veya düşük değil? Nasıl gerçekleşiyor? Denizciler nasıl yaşıyorlar? Deniz ticareti limanları, liman şehirlerini nasıl etkiliyor? Edebiyatta yeri nedir? Filan.
Böyle, ayda bir haftalık kamplara katılarak büyüdüğünüzü hayal edin. Neler öğrenirdiniz? Öğrendikleriniz ne kadar kalıcı olurdu? Hayatınızı nasıl etkilerdi? Mesela otuz yaşınıza geldiğinizde Barcelona’ya seyahat ettiğinizde Barcelona ile ilişkiniz nasıl olurdu? O seyahatten aldığınız tat nasıl olurdu?
Böyle, ayda bir haftalık kamplara katılarak büyüdüğünüzü hayal edin. Nasıl bir insan portföyünüz olurdu? Mesela otuz yaşınıza geldiğinizde Afrika’da bir ülkede iç savaş çıktığında kendisini arayıp fikir teatisinde bulunabileceğiniz, mevzuu daha derin bir kavrayışla ele almanıza yardımcı olacak insanlar tanımış olma ihtimaliniz ne seviyede olurdu? Veya bir sit alanında maden arama ruhsatı verildiğini işittiğinizde?
Böyle, ayda bir haftalık kamplara katılarak büyüdüğünüzü hayal edin. Nasıl bir kariyer planınız olurdu? Kariyer planınızı neler etkilerdi? Üniversiteye gireceğinizde “şu puanı aldım, bu puanla girilebilecek en çok tercih edilen bölüm filanca tıp, o halde oraya girmeliyim” mi derdiniz, yoksa filanca kamptaki rol modelinizin etkisiyle merak saldığınız botaniği mi tercih ederdiniz?
Gibi…
Çok uzatmak istemiyorum. Kampların yerine başka unsurlar konabileceğini, sorduğum soruların binlerce katının sorulabileceğini hatırlatmış olayım sadece. Meseleyi sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
***
Şimdi gelelim aklınıza düşmesi çok muhtemel olan sorulara?
İyi de, böyle yapınca, şu kampa değil de bu kampa katılmış olmak yüzünden, şuraya değil de buraya savrulma ihtimali var. Yani —bir talihsizlik eseri— botanikçinin olduğu kampa değil de astrofizikçinin olduğu kampa katılmış olsaydınız, bambaşka bir hayatınız olacaktı… Konu şu değil de bu olsaydı, bambaşka şeyler öğrenecektiniz.
Evet, öyle olacaktı. Ve zaten halihazırda da öyle. Şu sınıfta şu arkadaşınız değil de bu olsaydı, filanca dersi şundan değil de bundan alsaydınız… Her şey farklı olacaktı. Ama sanki öyle değilmiş gibi görünüyor. Çünkü standardize edilmesine çalışılmış bir sistemde tornadan geçtiniz.
Tamam matematik öğretmeniniz edebiyat öğretmeninizden daha iyiydi ama esasen hepsi, bütün okulların bütün öğretmenleri tastamam aynı olsun isteniyor. Eh, bir ölçüde de standartlaşma sağlanmış. Daha adil ve doğru bir sistem mevcut eğitim sistemi. Daha standart olunca, bütün öğretmenleri daha iyi yetiştirirsek, daha da adil olacak.
Öyle bir standartlaşma hiç olmadı ve hiç olmayacak. Zaten artık onu aramaktan da vazgeçildi. Ama eğer olabilseydi bile, iyi bir şey olmayacaktı.
Kamplarda çocuklarla muhatap olan, bir manada onlara yol gösteren gençler pedagog değil. Eğitim konusunda bir şey bilmiyorlar. Çocukları yanlış yönlendirebilirler. Çocuklar arasında gereksiz ihtilaflara yol açabilirler. Çocuklar arasında çıkacak ihtilaflarda yanlış pozisyon alabilir, ömür boyu sürecek travmalara sebep olabilirler. Kesinlikle olmaz. Çocuğum olsa, asla yollamam böyle kamplara.
Esasen bu tür kamplarda öğrenilecek olan ilk şey, sosyal ihtilaflarda survive etmek. Yukarıda bir uzman, ihtilafları yöneteceği varsayılan bir otorite olmadan ihtilafları çözüme ulaştırmak.
Filan.
Bu tür soruları da sınırsızca çoğaltabilirim ama yapmayacağım. Bir defa daha hayal gücünüzü yardıma davet ediyorum.
***
Esasen mesele, ne demeye tam da şimdi bu tür bir mevzuu gündeme getirdiğim.
Dün Ferruh, az çok buna benzer uygulamalardan söz etti. Tahmin ettiğimden daha yaygınmış. Dün gece nette şöyle bir gezindim, Batı’da daha da yaygın olduğu intibaına kapıldım. Ferruh’a dediğimi size de deme ihtiyacı hissettim.
Daha önce demiştim, buhar olan her şey sıvılaşıyor. İçinde büyüdüğümüz, norm olduğunu varsaydığımız, daha iyileştirilmesi—ama asla vazgeçilmemesi— gerektiğini düşündüğümüz eğitim modeli, insanları kusursuz gaz gibi davranan toplumlara uygun atomize bireyler olarak yetiştirmeyi hedefliyor. Bir öğretmen bir başkasını, bir tiyatrocu bir başkasını, bir tarihçi bir başkasını ikame edebilir olacak.
Hâlbuki hayat öyle —kusursuz gaz gibi— değil. Akışkan. Bir tarihte tesadüfen biriyle yan yana düşüyorsunuz ve bir süre birlikte akıyorsunuz. Sonra bir türbülans oluyor, onunla yollarınız ayrılıyor. Bir başkasına ilişiyorsunuz.
Modernlik, Aydınlanma aklı, hayatın bu tabiatı ile itişme, onu aşma iddiası bir bakıma. Ama hayatın bu vasfını hayattan çıkardığınızda, geriye hayat kalmıyor. Çünkü bilgi kalmıyor. Birileri canhıraş bir çabayla, “mühendis olanın neleri bilmesi gerekir” diye kafa patlatıp, mesela termodinamik öğrenilmesi gerektiğine kanaat getiriyorlar. Sonra “termodinamik nasıl öğretilir” diye milyonlarca saat kafa yoruluyor bir müfredat çıkarılıyor. Ve saire… Ama kimse termodinamik öğrenmiyor. Öğrenen, hayata atılıp, gerçek problemlerle yüz yüze kalınca öğreniyor ve… Gerçek problemlerle yüz yüze kalında, mecbur kalınca, hemen herkes termodinamik öğreniyor.
Ama…
Bu süreçte atomize edilmiş olduğu için, başka atomlara nasıl davranacağını öğrenememiş oluyor. Sonra Azerbaycan-Ermenistan çatışması gündeme geliyor. Eğer hayatına bir Ermeni girmişse onu bir kenara koyup, diğer bütün Ermenilere karşı bir husumet besleyebiliyor. Yani hayat yolculuğunda iliştiği Ermeni dışındaki bütün Ermeniler hakkında, hiç mesnetsiz bir yığın akıl yürütmelerde bulunabiliyor. Ve —esas tuhafı— bu ona hiç tuhaf görünmüyor. Hâlbuki o Ermeni de benzer şekilde, hayatın akışı içinde yan yana düştüğü insanlar ile diğer herkesi ayırıyor, tanımadığı bütün Türkler ve Azerbaycanlılar hakkında hüküm veriyor.
Geriye insan kalmıyor, Türklük, Kürtlük, Ermenilik filan kalıyor. Olmayan şeyler yani. Tıpkı geriye termodinamik bilgisi kalmaması ama termodinamik dersinin müfredatı hakkında üretilmiş manasız bir bilginin kalması gibi.
Şu son cümle bence mühim. Termodinamik dersinin şu bölümlerde okutulması, şöyle okutulması, şu yeterliğe sahip insanlar tarafından okutulması ve saire gibi konularda milyonlarca saat mesai harcanmış. Bir bilgi üretilmiş. O bilgi, o bilgi vasıtasıyla termodinamik öğretilemese bile, hunharca müdafaa ediliyor. Ama esas lazım olan bilgi termodinamik bilgisi ve o üretilemiyor.
Yani?
Gerçeklik termodinamik bilmeyi gerektiriyor. Termodinamik bilgisi üretileceği varsayılarak harcanmış emeğin karşılığında üretilmiş olan manasız bir termodinamik öğretme bilgisi kıskançlıkla müdafaa edildiği için, gerçeklikle hiç alakası olmayan, insan eliyle kurulmuş bir gerçeklik, gerçekliğin yerini tutuyor.
İnsan gerçek. Türklük kurmaca. Türklüğün gerçeklikle bir irtibatı var, inkâr etmiyorum. Ama o irtibat, zaten, Türkçe konuşurken mesela, kendisini dayatıyor. Onun dışındaki bütün hikâye kurmaca. Aydınlanma aklı, o kurmacayı gerçekliğin yerine ikame etmeyi teşvik ediyor. Manasız hayalleri, manasız kaygıları.
***
Adam diyor ki mesela, “ben Erdoğan’ın yanında veya karşısında değilim, doğru yaptığında desteklerim”. Sonra sayıyor, teröristleri ezerken, Doğu Akdeniz’de menfaatlerimi savunurken ve saire… Sonra gururla ekliyor: “Ben vatanseverim.” Alenen diyor ki, vatansever iseniz, Kobani operasyonunu da desteklemeniz gerekir mesela. Suriye’de paralı askerlerle abuk sabuk işler yapılmasını filan da…
Bu ahmaklık seviyesi, gerçeklikten bu kadar uzaklaşabilme, ancak içinde vatandaş olmayan bir vatan, içinde Türk olmayan bir Türklük gibi kavramlarla düşünmekle mümkün. Kusursuz gaz gibi bir vatan, kusursuz gaz gibi bir Türklük.
Meseleyi buradan Ümit Kıvanç’a bağlamaktı niyetim ama çok uzadı, o da sonraya kalsın.
Ama başa döneyim. Eğer öyle kamplarda, gruptaki hiç kimsenin uzman olmadığı bir konuda, mesela Niels Bohr’un kişiliği hakkında bilgi üretme tecrübesi yaşamış olsanız, sonra liman şehirlerinin dinamikleri hakkında düşünerek bilgi üretmek zorunda kalsanız… Her bir kavramın ne kadar kırılgan olduğunu, Niels Bohr ile arkadaş olmayı isteyip istemeyeceğinizi belirleyen faktörlerin ne kadar çeşitli olduğunu, size sunulan kavramların da sizin üretmek zorunda olduklarınız gibi olduğunu, esasen akışkan bir dünyada yaşıyor olduğumuzu öğrenmiş olabilirdiniz.
Daha mühimi…
İhtilafların öyle kendi kavramlarını dayatan otoriteler tarafından çözümlenmediği ortamları tecrübe etmiş olsaydınız, şimdi esas kıymetli işin Azerbaycan ile Ermenistan arasında taraf tutmak değil, ikisinin arasını bulmak olduğunu bilecektiniz galip ihtimal. Onlara otorite göstermeden, abilik yapmaya kalkmadan, eşit zeminlerde… Ve bunun nasıl yapılabilir olduğu hususunda da bir bilginiz olacaktı. Hiçbir müfredatta yer almadığı halde öğrendiğiniz bir bilgi.
Şimdi Azerbaycan’ın arkasına geçip, Ermenilere dayılanıp, “Rusya zaten Ermenistan’ı hizaya getirmek istiyor, bu işe karışmaz, ABD çözerse çözer, onun da başı dertte, aha fırsat bu fırsat, Rusya’nın, ABD’nin rolünü biz oynayalım” filan gibi manasız hayaller uçuşur zihinlerde. Kavga başladığında ya olaya el koyacak öğretmen ararsınız yani, veya —ortada öğretmen yoksa— öğretmenlik taslamaya.
İşbu hal tabii insanlık hali değil. İşbu hal, mekteplerde öğretilmiş/öğrenilmiş bir hal. Aydınlanma aklı dünyayı mektep, insanı öğrenci kılma iradesiydi. İflas etti.