İki Çete

Hevesli genç saygın profesöre sormuş, “hocam, aydın olmak için kaç üniversite bitirmek gerekir?” Profesör ciddiyetle cevap vermiş: “Üç.” Sonra eklemiş, “ama birini sen, birini baban, birini de deden bitirmiş olacak.”

Benim neslimde, zannediyorum, 35 milyon nüfusun içinde bu şartı sağlayabilecek olanlar 50-60 bini geçmezdi. Babam, lise mezunu olduğu için askerliğini yedek subay olarak yapmış yani, kalanını siz düşünün. Bırakın üç nesil üniversite mezununu, üç nesil üst üste lise mezunu bile nadirattandı.

Kendi hesabıma bu meseleyi hep ciddiye aldım. Birlikte okuyup makbul okullardan birlikte diploma aldığımız arkadaşlarım lafa “biz aydınlar” diye her başladıklarında —ki pek de nadir bir hal değildi— “hop, kendi hesabına konuş, ben kendimi aydın yeterliliğinde görmüyorum, olsa olsa olmaya çalışan biriyim” dedim. Dediğime yüzlerce kişi şahit oldu, bilmem hatırlayan var mıdır içlerinde. Dediğimde hiç kinaye yoktu. Ve hâlâ aynı şekilde düşünüyorum.

“Ama canım, memlekette aydına sayılanlar ile kıyaslarsak” filan diyenlere de şiddetle itiraz ettim. Üniversitede doktora yeterliliği geçip tez aşamasına geldiğimde, “yaz bir şey getir, sana ihtiyacımız var” dediklerinde, hep, “Harvard’da tez olarak kabul edilmeyecek şeyi Anadolu Üniversitesinde tez diye sunmam” dedim. Neticede bir tezim ve dolayısıyla da bir unvanım olmadı. Bunu şundan söyledim, aydın filan olmadığımı düşünüyorum ama aza da hiç razı olmadım. Başkalarıyla kıyaslayarak filan…

Türkiye’de doktora unvanları —ve diğer unvanlar— gibi, aydın olmak filan gibi rütbeler de çok ucuza dağıtıldı, çok ucuza edinildi. Aza razı olundu. Ben gençken, 35 milyon nüfusun içinde üç nesil üniversite mezunu parmakla sayılacak kadar azken, belki de başka türlüsü mümkün değildi. Herkes benim kadar müşkülpesent olsa, sistemin çarkları hiç dönmeyebilirdi.

Ama tekrarlıyorum, Türkiye’nin canı, Isparta’nın veya Erzincan’ın köylüsünün Başbakan olmasından yanmadı/yanmıyor. Isparta’nın veya Erzincan’ın köylüsü —veya benim annem mesela— çocuklarını okutabilmek için muazzam fedakârlıkları göze aldı. Ve onlar istisna değillerdi. Okuma arzusu çok yaygın bir arzuydu.

Ama Türkiye, okumak isteyen çocuklarını okutmamak için her şeyi yaptı. Şehre göçmek isteyen vatandaşlarına mani olmak, onları köyünde tutmak için de… Hangi Türkiye? Bana “ama canım, memlekette aydına sayılanlar ile kıyaslarsak” diyerek aydınlık bağışlayan —böylelikle de elbette kendi aydınlıklarının sorgulanmasını imkân dışı bırakan— kim varsa onlardan müteşekkil Türkiye… Aydın statüleriyle, seçilmişlerin iktidarına ortak olanların Türkiye’si. Onların içinden, yani bizim içimizden, şöyle uluslararası alanda rekabet edebilecek pek kimse çıkmadı. Ama uluslararası arenada adama sayılmayacak olmayı dert etmediler, çünkü Türkiye’de kraldılar.

Memleketin —dün sözünü ettiğim— iddiası ve okuma/şehirli olma şehveti, eğer doğru yönlendirilebilse, doğru mecralara akıtılabilseydi, bambaşka bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Bu maharet sergilenemedi. Sergilenemeyince de o iddia ve o şehvet berbat neticelere sebep oldu. Akacak yatak bulamayan su, sel oldu, her yanı bastı. Okumak diplomaya eşitlendi, şehirler harap oldu.

Şehirlerin harap olması mesela, köyden şehre göçen görgüsüz ahaliye fatura ediliveriyor bizim mahallede. Kestirmeden… Ama bizim mahallelilerin, Safranbolu’da, Sığacık’ta filan, gözleri kamaşıyor. Safranbolu’yu bilmiyorum ama Sığacık’ı kendi Bodrum’larına benzetmezden önce gözleri kamaşıyordu demek daha doğru. O güzelim şehirleri Mars’tan gelen veya Paris’te tahsil görmüş birileri yapmadı. İstanbul’un, İzmir’in ırzına geçmekle suçlanan, bu suça ortaklık ettiklerini inkâr edemeyeceğim insanlar yaptı. Ama kabahatin büyüğü, bence, hiç şüphe yok ki, “buraya gelmesinler” diyen, öyle deyip de gücü yetmeyince de mazeret bulmakla içi huzura eren okumuş çocuklardadır.

Oradan oraya zıplayarak uzatıyorum. Ama bu mevzu açılınca saatlerce konuşabilir, günlerce yazabilirim.

Neticede söyleyeceğimin özeti, dün kapatırken söylediğimden ibaret: Türkiye’nin meselesi vasatının vasıfları değil, seçkinlerinin vasıfsızlıkları. Seçkinler, kendi vasıfsızlıklarından kaynaklanan problemleri vasata fatura edebilecek güce sahiplerdi —zaten onlardan seçkin diye söz edebiliyor olmamız, sadece o güçten kaynaklanıyor. Bu güce yaslanarak ahaliye, ahalinin değerlerine savaş açtılar. Ucuz ve sığ bir savaş. Yaptıkları her şey gibi ucuz ve sığ.

Bunların mesela sanattan anladıkları, sergi açılışlarında boy göstermekten ibaretti, bir Manet’yi bir Renoir’dan ayırt edebilecek bilgileri yoktu. Ama lafa, ikinci a’yı tuhaf biçimde inceleterek “sanat” diye başlıyorlardı. Evrim teorisinin ne diyor olduğunu merak bile etmişlikleri yoktu ama “Evrimi Savunuyoruz” kampanyaları düzenliyorlardı —“kütleçekimini de savunuyor musunuz?” deseniz ne cevap verirlerdi, merak etmiştim mesela.

Evet, birkaç gün önce tekrarladığım gibi, Türkiye, 600 yıl boyunca Başbakanlarının kahir ekseriyetinin kariyerine köle olarak başladığı, herkesin bir kısa ömür içinde en aşağıdan an yukarıya, en yukarıdan en aşağıya bütün sosyal katmanları kat edebileceği bir ülke. Bu hususta muhtemelen dünya birincisi… Bunun sayısız olumlu neticesi olabilirdi. Ama memleketin seçkinleri yüzünden şöyle bir neticesi oldu: O olabiliyor, ben neden olmayayım? Neyim eksik?

Bugün yaşadığımız akıldışılıkların, ortaokulda kompozisyon dersinden geçemeyecek mahlûkatın köşe yazarı olmasının, ilkokul tarih kitaplarından hatırladıklarıyla tarih allamesi sayılmayı talep edenlerin mevcudiyetinin temel sebebi, bence, kimsenin kendisini yetiştirmesini gerektirmeyen bu sistem. Üniversitede çalışırken huzursuzluk çıkardığımda en sık duyduğum laf “tekkeyi bekleyen çorbayı içer” lafı idi. Memleket öyle bir memleketti.

Bugün her şey kendilerine sorulsun isteyen cahil zevat, kendilerince, tekkeyi onlarca yıldır bekliyorlar ve çorba içme vakitleri geldi. Yaptıkları bundan ibaret. Çorba içecekler. Döke saça…

***

Akşam’da yazarken, çeteleşme üzerine yazdığım bir yazının bir yerinde şöyle demiştim:

“Yılmaz Özdil geçenlerde, Mustafa Kemal’in şapka devrimini, memleketin bütün erkekleri şapka giysin diye yapmadığını iddia etti. İnsanların kafasının içindekini göremediği için kafasının üstündekini görmek istemiş. Şapka sayesinde, baktı mı, kimin devrimden yana olduğunu kimin olmadığını görebiliyormuş. Mustafa Kemal’in içinden geçenleri bilen bir uzmanın iddialarını tartışmak benim haddimi aşar. Herhalde haklıdır, niyet böyle bir şeydir.

“Lakin şöyle bir mesele var: Böyle bir turnusol kâğıdı icat ederseniz, devrimden yana olanlara paye de verirseniz, kafasının içinde hiçbir şey olmayanlar bile kısa sürede anlar ki, şapka giymekte fayda vardır. Artık Atatürk bile olsanız ancak şapkayı görürsünüz, örttüğü boşluğu değil.“

Şapkaya bakıp kestirmeden karar verilerek, herhangi bir vasıf kazanmadan da iktidara ortak olunabildi. Eh, takdir edersiniz ki, iktidarına böyle kestirmeden, şapka giyerek ortak olunabilen bir ülkede işlerin yolunda gitmesini beklemek hayal olur. Türkiye’de de gitmedi zaten. Pasta büyümedi ve paylaşım kavgası, dolayısıyla, sertleşti. Şapka giyenler çeteleşip giymeyenleri okullardan ve şehirlerden uzak tutmaya çalıştılar. Diğerleri de şapka giyenlere karşı çeteleştiler.

Dolayısıyla memleketin asıl problemi vasıfsızlık iken, görünür problem, iki çete arasındaki kavga oldu. Ama bu arada, şapka giyenlerin torunları, iyi kötü, üç nesil üniversite mezunu filan oldular. Her ne kadar üniversite mezunu sayılabilirlerse… Yani memleket, kıt kaynaklarıyla, iyi kötü bir şeyler yapabilecek birilerini biriktirdi. Tam o sırada ikinci çete onların çetesinin sırtını yere getirdi.

Mevcut çete, yok sayıldığı, görmezden gelindiği, aşağılandığı uzun bir tarihi birikimden geliyor. Dolayısıyla, bir daha o duruma düşme korkusuyla, elde ettikleri mevzileri kanlarının son damlasına kadar müdafaa edecekler. Karşıdakilerin cephaneliğinde hâlâ 70’lerin mermilerinden gayrı bir şey olmadığı dikkate alınırsa, öyle kanlarının son damlasına filan lüzum kalmayacak.

Mesele şu ki, bu kadar vasıfsızlıkla, memlekette işlerin yoluna girmesini beklemek hayalden de daha fazlası olur. Eh, mevzilerinde kadim düşmanlarına karşı, antika silahlarıyla dövüşüp dururlarken, başkaları, süpersonik jetleri, hatta insansız araçlarıyla cepheyi bombalayacaklar.

Hepimiz telef olacağız.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et