İki Yıl Sonra
İki yıl önce bugün…
Ankara’da jetler alçaktan uçmaya başladıklarında, neler oluyor olduğuna dair malumat sahibi olabileceğini ümit ettiğim birkaç kişiyi aradım. Durumu benim kendisinden daha iyi değerlendirebileceğimi düşünen ve merakla yüzüme bakan kız kardeşime tam olarak ne dediğimi hatırlamıyorum. Zaten kısa telefon görüşmelerinde bana ne demişlerdi, onları da hatırlamıyorum. Neyi hatırlıyorum? O telefon konuşmalarından bana geçen duygu, bir darbe karikatürünün sahneleniyor olduğu duygusu idi. Ses tonları seçilen kelimelerden, seçilen kelimeler de kurulan cümlelerin manasından daha mühimdi. Kalıcı olan, o ses tonlarında açığa çıkan duygulardı.
Net toplamda, daha gece yarısına varmadan hissetmiştim ki, hiçbir şey değişmeyecek. Olaylar hangi istikamete yönelirse yönelsin, ülkenin dokusuna kayda değer bir dokunuş yapmış olmayacak ve ülkenin hafızasında kayda değer bir tortu bırakmayacak. Gerek olayların hemen ardından başlayan ve haftalarca sürdürülen abartılı reaksiyonlar, gerek geçen yıl “ama bir destan yazdık, unutmayın, unutturmayın” temalı kampanyalar, bana kalırsa, dişe dokunur bir toplumsal karşılık üretmeye kâfi gelmedi. Kabuk gösterişli ve gürültülü, itirazım yok. Ama ince. Altında da herhangi bir şey yok.
15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL süreci, Türkiye’de birçok şeyi değiştirdi. Yani “hiçbir şey değişmeyecek” derken yanıldığımı iddia edebilirsiniz. Ama ben bu yargıya katılmıyorum. Zaten olacaktı olan hızlanmış oldu. Meşru zeminlerde sürdürülmesi imkânsız hale gelmiş bir yalan ve talan düzeni, kendisini sürdürmek için bir nevi olağanüstü hale zaten mecburdu ve öyle veya böyle onu inşa edecekti. Zaten inşa ediyordu. 15 Temmuz, olsa olsa, inşaatın hızlanması hususunda lazım olan malzemenin tedarikini kolaylaştırdı.
Türkiye, freni patlamış bir kamyon gibi, yokuş aşağı –ve giderek hızlanarak– seyrediyor. Bilmem kaç neslin, bilmem ne kadar fedakârlıkla biriktirdiği ne varsa, avcumuzda ufalanıyor.
Ve dünyada da benzeri bir süreç yaşanıyor.
Londra’nın Müslüman Belediye Başkanı, muhtemelen Trump’ın Londra ziyareti münasebetiyle, binlerce Amerikalının Londra’yı evleri olarak gördüğünü belirtmiş twitter hesabından. Onların bazılarına “Londra’da yaşamak nasıl bir şey” diye sordurmuş ve verdikleri cevapları bir video halinde paylaşmış. Verilen cevaplar, bana kalırsa, son derece muhtevasız ve sığ. Twitter paylaşımının altında yükselen itirazlar ise daha dolgun ve inandırıcı. “Bir de Londralılara sor bakalım, bunca suç nereden kaynaklanıyor” türünden itirazlardan söz ediyorum.
Ama bir defa daha… Mesele muhteva değil. Hangi kelimelerin seçildiği, nasıl bir araya getirildikleri değil. Onları dile getirenlerin ruh durumları… Net toplamda, evet, Londra’da yüksek suç oranları, ciddi güvenlik problemleri var. Ama… Londra’ya gidenler, gitmeyi hayal edenler, Londra’dan gidenlerden sayıca çok daha fazla ve –asıl mühimi– çok daha enerjik.
Suçtan yaka silkenlerin gidebileceği, çok daha az suç işlenen, çok daha emniyetli sayısız kasaba var. Ama Londra’dan şikâyet edenler Londra’yı terk etmeye, o kasabalara göçmeye pek de hevesli görünmüyorlar. Teklifleri ne? İşte orası meçhul.
Daha iyi bir Londra mümkün mü? Herhalde mümkündür. Ama arınma, arındırma ideolojisiyle daha iyi bir Londra’ya ulaşılamayacağı aşikâr görünüyor. Neye yaslanarak söylüyorum bunu? Londra’nın çekim gücü ile itme kuvveti arasındaki orantısızlığa yaslanarak söylüyorum. Tıpkı 15 Temmuz’u bir destan olarak satın almaya rıza gösterebileceklerin hevessizliği –“Reis’i kaptırmamak için mecbursak bir porsiyon alalım ama sonra kalkalım” edası– ile 15 Temmuz’u ve sonrasını başarısız bir sosyal inşa projesi olarak görenlerin, başka alanlarda gözlenen kışkırtılabilirliği arasındaki orantısızlık gibi bir şey var, Londra misalinde…
Daha iyi bir Londra, daha iyi bir İstanbul, daha iyi bir Sivas mümkün. Mesele şu ki, bunca neslin bunca fedakârlıkla biriktirdiği kavramlar –mesela suçtan arındırma hayaliyle Londra’nın kozmopolitleşmesini kırpma teşebbüslerine kaynaklık edenler– artık kimseyi tatmin etmiyor. Daha doğrusu, o aynı kavramları istihdam edenler, kullandıkları kavramlara kendileri bile inanmıyorlar. Kendilerine bile inanmıyorlar.
Erdoğan 2002’de, malum kavramlardan ve o kavramlara yaslanarak kendisini meşrulaştıran kurumlardan bezmiş yığınların “yeni bir şey” hayaliyle iktidara taşındı. Bugün geldiği nokta, aynı kavram haritasını kendisi üzerinden dayatma noktası. Hâlbuki 27 Mayıs’ı, bugün 15 Temmuz için kullanılan ambalajla piyasaya sürmek bile iş yapmamıştı. O ambalaj, ancak, Yirminci Yüzyılın başındaki dünya için parlak ve albenili bir ambalajdı. Artık işe yaramayacağı ta 1960’ta bile denenerek görülmüştü yani.
“Yapmayın bu aptallıkları” dedikçe, “vay, adam Müslüman ya, içinize sindiremiyorsunuz” deyip duran tetikçiler bile biliyor, yapılan her şey aptalca. Aptalca olsa da, eskisinden sıtkı sıyrılmış olan ahali, sırf eskisinden sıtkı sıyrıldığı için rıza gösterdi yapılanlara. Hatta eskinin defterini dürme heyecanını da ekledi sürece.
Ama…
Artık o heyecan yok. Olmadığı 24 Haziran öncesinde, sırasında ve sonrasında bariz bir biçimde görüldü. Erdoğan cenahında, depolarda, korku, endişe ve nefret dışında piyasaya sürülebilecek hiçbir emtia kalmamıştı. Karşı tarafın depolarında ise sevinç, ümit, heyecan, ne ararsanız vardı. Sizi temin ederim ki, farkı yaratan, tarihi yazan bu farktır.
“Ay bilseniz ne güzel şeyler olacak” filan diyor değilim. Olacak. Ama bir hakem “buradaki heyecan, şuradaki nefrete galip” deyip galip tarafı ilan ettiğinden, öyle bir süreçle olmayacak. Heyecan örgütlenecek, itirazların darbeleri altında biçimlenecek, ete kemiğe bürünecek… Öyle olacak. Zorluklarla, sıkıntılarla, acılarla…
İşin tabiatı böylesini gerektiriyor değil. Aslında pekâlâ başka bir güzergâh da takip edilebilirdi. Ama –sadece Erdoğan’ın kişisel kifayetsizlikleri değil– mevcut Siyasi Partiler mevzuatı filan gibi manialar, Türkiye’nin daha aklı başında bir yataktan akmasına mani oldular/oluyorlar.
Neticede, bir darbe karikatürü, bir demokrasi karikatürünü devirerek, memleketin süregiden akış istikametinde hızlanmasına sebep oldu. Hızın artması da işaret ki, tez zamanda devasa bir şelale olarak uçurumdan aşağı yuvarlanacağız. Orada elimizde, şu süreçte ürettiklerimizden başka kıymetli hiçbir şey olmayacak.