İtibar Pastası

Yetmişlerin ikinci yarısı olmalı —demek ki yirmili yaşların başlarındayım. Ankara’da bir arkadaşımızın adeta bir dergâhı andıran —yani sıklıkla bir araya geldiğimiz— evinde toplanmışız yine. Her zaman olduğu gibi, tanıdığım birçok kişinin yanında, tanımadığım birkaç kişi de var. Ve yine her zaman olduğu gibi, arkadaşlarım içmeye erkenden başlamışlar. Alkole henüz pek de dayanıklı olmadıklarından, kısa süre sonra dağıtacaklar, ortamdaki tek ayık ben kalacağım.

Bir de bir kız var, daha önce tanışmamışım. Hoş, sade giyimli —lakin giyiminin pek de ucuz olmadığı da belli. Giyiminden, edasından, terbiyesinden, pek nadiren söze karıştığında kullandığı kelimelerden besbelli ki, Ankara’nın yüksek bürokrasisinden birilerinin kızı. Beni tanıyanların bana nispeten saygılı davranmasından da etkilenmiş olmalı ama kısa süre içinde ortamda ayık kimse kalmamasının yol açtığı çaresizlik de mutlaka mühim bir rol oynadı, kız benimle sohbeti koyulaştırmaya kalktı. Diğerlerinden daha ölçülü içmişti ama… Pek de ayık sayılmazdı.

Neyse, salonun bir köşesinde dört kişi kaldık. Kız birkaç cümle sonra, “dünyayı sanat kurtaracak” türünden bir takım laflar etmeye başladı. Katlanamayacağım laflar. Üstelik sanat kelimesini ince a’larla ve normal biçimde heceleyerek değil, ilk üç harfi bir, son iki harfi ayrı heceleyerek… Hiç sakınımsız üstüne gitmeye başladım. Daha birkaç dakikada anlaşıldı ki, bir Renoir’i bir Matisse’den ayırt edebilecek biri değil. Dinlediğinin Mozart mı, Beethoven mi olduğunu anlayabilecek durumda da değil. Sanatla hiç işi olmamış, hiç işi yok yani. Daha doğrusu sanatla biricik işi, kendisinin mensup olduğu ve başkalarının girmesini istemediği sosyal çevreye bir pasaport olarak sanatseverlik sıfatını kullanmaya karar vermiş olması.

Salonun köşesindeki diğer iki kişi beni de, onu da tanıyan arkadaşlarımdı. O sarhoş hallerinde bile gözlerinin büyüdüğünü, ne yapmaya çalıştığımı anlamamış bir halde bir an önce durmamı temenni ettiklerini hatırlıyorum. Ama duramadım. On dakika kadar sonra kız ağlamaya başladı.

Yukarıda özetlediğim hatıra, kafama mıh gibi çakılıdır. Ama önce söylemem gerekiyor ki, bir Renoir’i bir Matisse’den ayırt edebilir olsam da, plastik sanatlar hakkında söz söyleyebilecek biri değilim. Mevzu müzik olduğunda hepten zırcahilim. Hani yukarıda özetleyiş biçimim, birilerinin zihninde, sanat konusunda bir derya olduğum zannını uyandırabilir diye belirtme ihtiyacı hissettim.

Mesele şuydu: Ben sanattan pek anlamam ama sanattan anlıyormuş gibi yapmak için o kızdan daha çok malzemeye sahip olduğum halde, onun yaptığını yapmaya hiç kalkmadım. Yani biriktirmiş olduğum bilgimle kendime bir sosyal statü edinmeye çalışmadım.

Hatıranın esas kıymetli olan —ve mıh gibi hafızama çakılmış olmasına sebep olan— yanı, sonrası. Kız ağlamaya başladı. Ve ben “ne yaptım ulan ben” diye dehşetli bir pişmanlık duydum. Kızı ağlatan başkası olsa, yanına gider, teselli ederdim. Yine aynı istek uyandı içimde ama böyle bir şey yapmaya kalksam her şeyi daha da berbat edeceğimin de farkına vardım. Ne yapacağımı bilemez halde biraz oyalandım ve… Çıktım, gittim. Evim yürüyerek yirmi dakika kadar mesafedeydi ama ben Ankara kışında, sokaklarda, bir saati aşkın süreyle dolaştım.

Yaşadığım pişmanlığın belki de bir yığın Freudyen açıklaması bulunabilir. Kız hoş bir kızdı. Birlikte olmaktan hoşlanabileceğim biri gibi görünüyordu. Ama ona erişemeyeceğim de belliydi —kız belki fark etmemişti ama en azından ben biliyordum. Filan. Ama açıklanabilse bile, yaptığım şeyi kendime yakıştırmam hiç mümkün değildi. Kendimden utandım —hatırladıkça hâlâ da utanıyorum.

Ama o bir saati aşkın iç hesaplaşmalardan bana kalan esas tortu başka. Sınıf mücadelesi denen şeyin —en azından yetmişlerde ve en azından Türkiye’de— iktisadi bir mesele olmadığı, paylaşılamayan şeyin esasen itibar olduğu fikri, ilk defa o gece kafama dank etti.

***

Önceki gün demişim ki, “Tamam, şehirlilerin tekeli kasabalıların tekeline kıyasla daha şık, daha zarif, daha incelikliydi.”

Esasında, hatta Türkiye gibi bir yerde —bütün konvansiyonel medyanın zapturapt altına alındığı bir yerde— bile kasabalıların bir söylem tekeli yok. “Şehirlilerin söylemi kasabalıların söylemine kıyasla daha şık, daha zarif, daha incelikliydi” demem gerekirdi.

Bir Matisse’i teşhis edemeyecek, Hoca Ali Rıza adını duysa yorganın altına saklanacak olan o kız, kasabalılardan daha şık, daha zarif, daha iyi yetişmiş biriydi. Kendisini kasabalılardan ayırmak, kasabalıları kendisinden uzak tutmak istiyordu —ve çok da haksız sayılmazdı. Esasen tehdit altında değildi, kasabalılar onun alanına tecavüz edebilecek durumda değillerdi —en azından o yıllarda. Ama yine de bir pasaporta ihtiyaç duymuştu. Kendisinin sahip olacağı ve kasabalılara verilmeyeceğinden emin olduğu… Birileri de ona “o pasaport sanat” demişti. Öyle hissettirmişti.

Kendi hesabıma, Türkiye’nin herkese yetecek kadar geniş olduğuna, memlekette herkese yer olduğuna, mevcut savaşın manasız, sebepsiz bir savaş olduğuna, o gece hükmettim. Ve savaşın dışında kalmaya da o gece karar verdim.

***

Kasabalıların bir söylem tekeli yok. Hiç olmadı. Ama Maalouf’un sözünü ettiği dönemde bir şeyler oldu. Neticede “kıroyum ama para bende” çıkartmalarının yapılabilmesi ve satılabilmesi, o olan şeyin en çıplak halini teşhir ediyordu. Daha önce sahneye çıkmasına imkân tanınmayanlar, salondaki seyirci koltuklarına zımbalanmış olanlar da sahneye çıkmışlardı. İtibardan hisselerini talep ediyorlardı.

Kaldı ki, kasabalıların bir söylemi olduğu bile muhataralı. Şehirliler bize, mesela 12 Eylül’ün CIA’in mutfağında pişirilip kotarılmış bir şey olduğunu anlattılar. Eh, kayıtlar var, “bizim çocuklar başardı” denmiş, daha delil lazım mı? Türkiye’yi ve dünyayı 1980’lere getiren şartlar nelerdi, savaş sonrasında dünyaya giydirilen kıyafetin nerelerde ve neden dikişleri atmıştı, etraflıca bir analize ihtiyaç duyulmuyordu. Kötü özneler, iyi insanların iyilik hayallerinin üzerinden tanklar geçiriyordu. Tasavvur buydu. Oradan buradan bulunan birkaç gerçeklik de hikâyeyi delillendirmeye kâfi bulunuyordu.

Şimdi kasabalılar tastamam aynı hikâyeyi, kötü özneler yerine başkalarını, iyi insanlar yerine başkalarını koyarak tekrarlıyorlar.

Kötü özne ABD idi. Ve şehirliler 6. Filo İstanbul’a geldiğinde… Biliyorsunuz işte. Onlar ta en baştan ve hep doğru yerde durmuşlardı. Özleri itibariyle doğru idiler.

Şimdi kasabalılar tastamam aynı hikâyeyi, 6. Filo yerine mesela 1960 cuntacılarını koyarak tekrarlıyorlar.

Beni biliyorsunuz. Başka hassasiyetlerimin yanında, meseleleri böyle, iyi özneler – kötü özneler diye kodlamamak, özcü açıklamalara itibar etmemek gibi hassasiyetlerim var.

Dünyada, 1920-50 arasında Mısır’da doğmuş, bize birçok kıymetli şey bırakmış, çağdaşlarına değer katmış, insanlığı zenginleştirmiş çok sayıda insan var. Ve 1950-70 arasında Lübnan’da doğmuş benzerleri. 50’den sonra Mısır, aniden çoraklaşıyor, Lübnan ise bereketleniyor.

50 öncesi Mısır ile 50 sonrası Lübnan arasında muhtelif benzerlikler var. Her ikisinde de merkezileştirici ve homojenleştirici bir irade eksik. Öyle bir irade varsa da gücü projesini gerçekleştirmeye yetmiyor. Netice olarak her ikisi de ihtilaflı bölgeler olarak temayüz ediyor. Mesela Maalouf’un ailesi Mısır’da imtiyazlı bir pozisyona sahip. Bu imtiyazlarını istismar etmekten de geri durmuyorlar, filan. Biçimsiz görünüyor. 50 sonrası Lübnan da öyle —biçimsiz.

Bu hususlara kafa yormama sebep olan da —daha önce defalarca dile getirdim— Yunus, Mevlana ve Hacı Bektaş’ın çağdaş olmaları. Nasıl olmuş da bu toprakların son bin yılının en makbul fikir insanları aynı kırk yılın içine düşmüşler diye çok merak ettim. Vardığım netice, o dönemde Anadolu’da merkezi bir otoritenin yokluğu oldu. Çok sonra Diamond benzeri bir şeyi, “Amerika’yı neden Çinliler değil de Avrupalılar keşfetti” sorusu üzerinden eşeleyecek ve Çin’in merkezi, homojen, yekpare olmasına mukabil Avrupa’nın parçalı olmasıyla açıklayacaktı. Columbus dünyanın çapını olduğundan daha küçük hesaplayıp “ben bunun etrafında dönerim” diye gözünü karattığında, zamanın Avrupalı muktedirlerini, seyahatini finanse etmeye razı etmek için çabalar. Biri reddeder, ikincisi reddeder, filan. Neticede Isabella’nın desteğini alır. Eğer biricik otorite olsaydı, onun desteklediği gerçekleşecek, desteklemediği gerçekleşmeyecekti.

***

İçinde yaşadığımız, neredeyse bütün toplumların savrulmasına sebep olan şey, iddia edip duruyorum ki, itibar pastasını bölüşmeye kalkmaktan kaynaklanıyor. Ve itibar bir pasta değil. “Ya şunun ya bunun” olması gereken bir şey değil yani, “hem onun ve hem de bunun” olabilecek olan bir şey. Peki, o halde savaş neden çıkıyor? Çünkü devletler, hatta ABD bile, itibar sanki bir pastaymış ve onun üleşilmesi de kendisinin mesuliyetlerinden biriymiş gibi davranıyor.

Dolayısıyla da devletler savaş alanı olarak tezahür etti.

Bizde zaten hep böyleydi. Geçen gün sözünü ettiğim Şimdiki Zaman Beledir adlı kitabında 50’leri anlatıyor Derya Bengi. Ve görüyoruz ki, insanların hangi müziği dinlemeleri gerektiği hususunda yazılanların haddi hesabı yok. “Siz Mozart dinleyin kardeşim, biz Münir Nureddin dinleyeceğiz” diyenler, “olmaz, dünyaya kendimizi beğendirmemiz için ille de Mozart, kalan her şey yasaklansın” diyenlere —ve bir süre sahiden de yasaklayanlara— kıyasla, ilk bakışta, daha demokratik görünüyorlar. Ama onlar da mesela “gazel de neymiş” diye başkalarına kükrüyorlar.

Esas mesele ise… Hepsi, rakibini alt etmek için devlete müracaat ediyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et