Kâbustan Sonra

McKinsey hadisesi yüzünden Türkiye, yani hepimiz zarar gördük. Ama bir kişi var ki, hepimizden çok zarar gördü: Damat. Eğer Erdoğan çark etmeseydi, McKinsey hayal edilen hasılatı sağlayamasa bile, damadın hanesine artı puan olarak yazılacaktı. Şimdi? Birkaç sebeple eksi puan olarak yazıldı.

Birincisi, elinde patladığı ve iktisadi duruma müdahale hususunda —zaten çok dar olan— manevra alanı daha da daraldığı için… İktisadi performans düşüklüğü zaten damada fatura edilecekti, şimdi hem karnenin iyileştirilmesi zorlaştı ve hem de “bu alan damadın ha, unutmayın” uyarısı kalın çizgilerle tarif edilmiş oldu.

İkincisi, damat “Amerikalılarla iş tutan, dostu düşmanı ayırt edemeyen” biri olarak işaretlendi. Yerli ve milli olduğunu ispatlaması artık çok müşkül —böyle bir “ispat” çabasına girerse hem onun hem de bizim için daha da fena, vay geldi başımıza.

Daha birçok husus var da… Haftanın kaybedeninin damat olduğu gerçeğini pek değiştirmiyor. E peki… Mühim bir şey mi damadın hali? Size göre, bana göre pek de ehemmiyeti olmayabilir ama birileri için hayatın en mühim işi olduğuna kalıbımı basarım.

***

Bir vakittir, AKP içinde “Erdoğan sonrası”na yönelik iç savaşın muhtelif işaretleri belirginleşti. Savaş zaten vardı ve üç-beş oyuncu, muhtelif ittifak kompozisyonları teşkil edip, muhtelif mevzileri ele geçirmeye çalışmakla meşgul idiler. Filanca tepeyi biri ele geçiriyor, bayrağını sallıyor, sonra bir bakıyor ki ötede başka bir tepeyi rakiplerinden biri ele geçirmiş, filan… Tuhaf bir savaş vardı yani.

Ama son dönemde, bu savaş faz değiştirmiş gibi geliyor bana. Cephede vuruşan üç beş isim var, damat onlardan biri. Bir de yığınaklarını yapıp sütre gerisinde, cephedekilerin birbirlerini telef etmelerini bekleyenler vardır.

Tuhaflık şurada ki, mesela Davutoğlu öncesinde “Erdoğan sonrası” denen şey, az çok tarif edilebilir —dolayısıyla hayalleri süsleyebilir— bir şeydi. Reis köşke çıkacak, icraat alanı “boşalacak”, eh Reis Özal gibi “yukarıdan” müdahil olsa da bürokrasi üzerindeki tesirini kaybettiği için… Filan. Sonra olaylar öyle gelişmedi, malumunuz. Erdoğan Sarayına teşrif etti, hem bürokrasiyi ve hem de partiyi kontrol gücünü kimseyle üleşmeye yanaşmadı. Sonra da el birliğiyle kanunu fiili duruma uydurdular ve saire…

Şimdi bugün “Erdoğan sonrası” derken ne anlıyor sahada dövüşenler, bir fikrim yok. Aklıma gelen sadece iki ihtimal var: (a) Erdoğan süresini dolduracak, “e Emine hanım, buraya kadarmış, toparlan gidelim” diyecek, emekliye ayrılacak, meydan boşalacak veya (b) emr-i Hak vaki olacak.

Eğer savaşın faz değiştirmesi, Erdoğan’ın sağlığı hakkında bizim bilmediğimiz bir takım bilgilere yaslanıyorsa… Bilemem. Ama yok, eğer Erdoğan’ın süresinin dolmasına endeksli, “şimdiden hazır olma” motivasyonuyla sürdürülüyorsa… Gülerim. Kahkahalarla gülerim.

***

Bugün, ülkenin on yıl önceki halini hatırlamakta müşkülat çekiyor olabiliriz. Ama 2008 yılında Erdoğan bugünkü Erdoğan gibi kadir-i mutlak bir özne değildi. Memlekette iyi kötü “muhalif basın” denebilecek bir şeyler vardı. Yine çok bunaltıcı bir hava vardı ama bugünkü ile kıyaslayınca… Adeta bahar. Televizyonlarda Diriliş Ertuğrul, Abdülhamid filan gibi diziler yoktu. TRT, iyi kötü, muhalefetin sesini de duyuruyordu. Hapishaneler böyle keyfi bir biçimde doldurulmamıştı. Bahçeli’nin bağımsız bir partisi vardı, Erdoğan hakkında ileri geri konuşuyordu/konuşabiliyordu. Devletin telefonları dinlemesi filan gibi “tali” dertleri dert edebiliyorduk. Bir yıl sonra yapılacak mahalli seçimler sahiden mahalli seçimler idi, şehirlerin halini ve istikbalini konuşabiliyorduk. Avrupa ve Amerika’ya “siz kimsiniz lan” denmemişti daha ve denebileceğini söyleseniz size gülerlerdi. Ortada bu kadar mebzul miktarda vatan haini yoktu, ağzını açan “hain” diye başlamıyordu. Türkiye yine “yalnız ve güzel bir ülkeydi” ama yalnızlığı şimdiki gibi bir nevi “zorunlu tecrit” değildi. “Uzak ve mai gölgeli bir beldeden cüda” kalmıştık, evet. Ama en yakın kıtaya böyle uzak, bir ıssız adada, bir “nefy ü hicre müebbed” mahkûm değildik. Kapımızı açarsak şehre adım atabilir gibiydik yani.

Ahali aynı ahali idi. On yıl önceki ahaliyi ıskartaya çıkarmış, spesifikasyonları Erdoğan’ın gönlüne göre belirlenip özel imalat üretilmiş yeni bir ahaliyle yolumuza devam ediyor değiliz. Ama bugünkü Erdoğan’ı ve çetesini aynı ahalinin on yıl önceki tartısına çıkarsanız, onay alması mümkün değildi.

Bugünkü hal sanki hep varmış ve bundan sonra da hep var olacakmış gibi hissediliyor. Ama on yıl önce her şey çok farklıydı —eğer kendiniz çaba harcayıp hatırlamaya çalışmazsanız ben ne desem nafile. On yıl sonra her şey bugünkünden çok farklı olacak.

Dolayısıyla, mevcut eğilimleri değiştirecek herhangi bir şey vuku bulmazsa… Size garanti ederim ki, on yıl sonra, yani “Erdoğan’ın kanuni süresi dolduğunda”, Erdoğan’ın süresi dolmamış olacak. Eğer Erdoğan’ın pozisyonunun bir seçimle tasdik edilmesinde bir fayda görülürse seçim yapılacak ama seçimden önce “en çok iki dönem” kuralı zaten kaldırılmış, Anayasa değiştirilmiş olacak. Belki siz bile “Erdoğan giderse ne olur halimiz” derdine duçar olmuş olacak, Anayasa değişikliğinde “Evet” diyecek, seçimde de Erdoğan’a oy vereceksiniz.

“Türkiye güngörmüş, dinamik bir ülke, öyle şeyler olmaz, Türkiye Türkmenistan’a benzemez” demeden önce bir hatırlamaya çalışın, on yıl önce bugün olmakta olanların olabileceğine ihtimal verir miydiniz? On yıl içinde olağanüstü bir hızla ve olağanüstü ölçüde çaresizleştik, yalnızlaştık, yoksullaştık, mutsuzlaştık, ümitsizleştik ve Erdoğan zavallısı, kendi boyadığı bu ucube tabloyu bir sanat eseriymiş gibi pazarlıyor. Pazarlayabiliyor, çünkü duvarlarda gözümüzü çelen başka herhangi bir şey yok.

Türkiye, Türkmenistan olur mu?

Neden olmasın?

Bir defa Türkiye’nin sosyolojisi, her toplumun sosyolojisi gibi, mümkün olanların arasında tercih yapıp ona uyum sağlar. “Ulan kadını kocası dövüp duruyor, bir gün isyan edip benim kucağıma düşecek nasıl olsa” edasıyla bekleyen birine hiç kimse tav olmaz. Kadını dövüp duruyor ama onu istediği de belli. Sen bekleyedururken, kadın için çoktan seçmeli sorunun cevap seçenekleri arasında “çeldirici” olman bile imkân dışı. Yani “sosyolojiye güvenmek” manasız bir zanaat. Sosyoloji “kendi kendine” iş yapan bir şey değil, siyaset denen şey o yüzden var. Kaldı ki sosyoloji, son on yılda bir defa daha gördük ki, durağan, öze dair bir şey değil. Değişiyor ve Erdoğan onu, keyfine göre değiştiriyor. Diğerleri sosyolojiye güvenip “beklerken”…

İkincisi, “bu coğrafyada bir Türkmenistan’a izin vermezler” geyiğinin de hiç manası yok. Herkesin kendi derdine düştüğü bir dönemde, kimsenin Türkiye’yi çok da iplediği yok. Başa dert olacak işler yapmasın, kâfidir. Eh, (a) Erdoğan başkalarına “başa dert olmayacağım” garantisi vermesi gerektiğini çoktan öğrendi ve (b) zaten mevcut Türkiye’nin başkalarının başına dert olabilecek bir ağırlığı kalmadı, giderek de hafifliyoruz.

Dolayısıyla…

Eğer siyaset üretemezsek ve Erdoğan’ın da ömrü varsa, on yıl içinde yapılacak bir Anayasa referandumuyla Anayasa değişir ve iki dönem şartı kalkar. Eh, Erdoğan aklıyla ve Erdoğan’ın iltifatına mazhar olanların aklıyla memleketi “yaşanır bir halde” tutmak imkân dışı olduğundan, giderek daha otoriter, daha ahlaksız, daha dışa kapalı, Türkmenistan’a daha çok benzer bir hale doğru sürükleniriz. Başımıza geleni açıklamak için daha çok düşman, daha çok ihanet icat etmek, başımıza gelene katlanmak için halimize daha çok mana, daha çok asalet, daha çok kahramanlık uydurmak gerekir. Uydururlar. Siz bile, bir noktadan sonra, inanırsınız. Haliyle de dünyadan daha da uzaklaşmış, dünya ile aramızdaki duvarlar daha da yükselmiş bir halde oluruz.

Kılıçları kuşanmış, “Erdoğan sonrası” için dövüşüyor olanlar bütün bunları bilmiyor olabilir mi? Olabilir. Hatta bilmiyorlardır. Gül’ün, Şener’in, Arınç’ın, Davutoğlu’nun başlarına gelenleri bile hatırlamıyorlardır. Bugünleri ezeli ve ebedi zannediyorlardır. Uzatmayacağım, “içeriden” öyle görünür.

***

Ya bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlarsa… Mesela Erdoğan, ikide bir çıkarılan dedikodularda ima edildiği gibi hastaysa… Çok ömrü kalmamışsa… Onlar da bunu biliyorlarsa…

Ne diyeyim! “Erdoğan ölecek, yerine hazırlanayım” diyenlere Allah akıl fikir versin.

Diyelim yarın emr-i Hak vaki olsa ve Erdoğan ölse… Üç güne kalmaz, ahali bütün AKP’lileri tükürükle boğar. Esasında bugün de aynı şeyi yapmayı ister de, Reis izin vermiyor. Bülent Ecevit’in Rahşan’ı vardı, “şer paratoneri” olarak. İyi olan her şey Bülent’ten, kötü olan her şey ise Rahşan’dan biliniyordu. Bir vakittir, Erdoğan’ın şer paratoneri, bizzat AKP. Erdoğan ölürse, yıllardır Erdoğan’a oy vermiş herkes, “onu öldürdünüz” bile diyebilir AKP’lilere… Olmuş, olmamış her türlü musibeti AKP’ye fatura eder. Reisin hatırasını arıtmak için, mesela “bu AKP’liler olmasaydı, Fethullah Reis’i asla kandıramazdı”dan, “Reis Amerika’nın sırtını yere getirecekti ama AKP’liler menfaat belasına sattı onu”ya kadar türlü çeşitli hikâye uydurur. Esasında Erdoğan’a çıkarmak istediği ama çıkarmaya cesaret edemediği faturada yekûnun sağına birkaç sıfır ekleyip, AKP adına tanıdığı kim varsa onun önüne koyar. Şöyle, tiksinerek baktığı çamurun içinden, “bu biraz temiz görünüyor, hini hacette lazım olur, saklayalım” diye birini bile çıkarıp kenara ayırmaz. Erdoğan’dan sonra, en azından şimdilik göründüğü şekliye, eğer şartlar değiştirilmezse, AKP diye bir kurumun Özal sonrası ANAP kadar bile hayatiyet sergilemesi mümkün değil.

Ortada AKP adını hak edecek bir “parti” yok. Erdoğan kendi elceğizleriyle imha etti onu. Bugün “Erdoğan sonrası” için dövüşenler de her türlü lojistik ihtiyacını karşıladılar Erdoğan’ın. Ama parti varmış gibi davranıyorlar. Tuhaf. Veya o kadar da tuhaf değil. Yukarıda da dediğim gibi, her şey hep böyle gelmiş ve hep böyle gidecekmiş gibi görünüyor herkese. Eh, Erdoğan ölürse, seçim yapılır. Partiler seçime girer. “AKaPe zihniyeti” rakipsiz olduğunu bunca yıldır ispatladığına göre…

Bu bir rüya —muhalifler için de bir kâbus. Erdoğan ölürse… Uyanılacak. Memlekette Erdoğan’ın yaptığı tesiri yapabilecek başka bir uyuşturucu yok.

***

Dolayısıyla, bir vakittir vites büyüttüğünü hissettiğim bu savaş, “varsayımları tümden müflis” bir savaş. Ama “hiç manasız” da değil. İşte birileri, damadı nallamak kastıyla, tutup McKinsey macerasına taş koyduruyor Reis’e. Yani McKinsey hikâyesinin böyle seyretmiş olması hususunda bu da bir ihtimal. Öteki Cumartesi Annelerini dövüp “en şahin benim” mesajı veriyor, filan. Yani cephedekilerin vuruştukları savaş meydanı bizim ülkemiz, bizim ekonomimiz, bizim sosyolojimiz…

Ne diyeyim! Gazaları mübarek olsun.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin