Kapitalizmi Nasıl Bilirdiniz?

Reyya Advan’ın dün işaret ettiğim yazısında, başrolde olan kaynak tahsisi değildi. Neydi? Fiyat. Ama kaynak tahsisinin görünmez bir el tarafından gerçekleşmesi ile fiyatın karşılıklı mutabakat içinde belirlenmesi, bir madalyonun iki yüzü gibi. Biri yoksa öbürü de yok. Zaten Advan’ın yazısında “açıkça” görünmese de, Burberry gibi firmaların, kıt kaynakları şımarık zenginlerin kaprisleri için tahsis ettiklerini ve… Milyonlarca insanın da bu yüzden giysiye ihtiyaç içinde yaşayıp öldüğünü öğreniyoruz.

Yazının şu “milyonlarca insanın giysiye duyduğu ihtiyaç” kısmına geldiğimde… “Herhalde,” dedim kendi kendime, “Advan’ın yazı yollama zamanı gelmiş ama yazısını yetiştirememişti. Eski yazıları karıştırıp, yetmişlerden kalma bu yazıya denk geldi.”

Bir işçinin beş çocuğundan biriyim. Üniversiteye gidene kadar, iç çamaşırlarıma kadar, giydiğim her şeyi annem dikti. Bir işçi çocuğuyum ve giyim, dikiş işini annem yaptığı halde, aile bütçesinde ciddi bir hisseye sahipti. Diyelim, babamın ayda bir günlük geliri giyime gidiyordu.

Şimdi?

Gidiyorsun bir semt pazarına, asgari ücretli birinin bir saatlik geliriyle bir gömlek alıyorsun. Üstüne de bir tişört ve bir çift çorap hediye ediyorlar. Kapitalizmi belki buralarda bulabilirsiniz bakın. Advan’ın gençliğindeki gardırobunun genişliği ile şimdikinin genişliği arasındaki farka bakarak mesela… İnsanların gardıroplardan taşan, az kullanılmış kıyafetlerini artık belediyelerin bile toplamaya tenezzül etmemesinden… Çünkü topladıkları kıyafetleri dağıtamıyor olmalarından…

Geçelim.

Bir ekonomik sistemde kaynak tahsisi ve fiyat “içeride” belirleniyorsa, o sisteme kapitalist diyebiliriz. Aslında Marks’ın bu hususlarda “aksine” bir önermesi yok. Ama kendilerine Marksist diyen rejimler, “tatbik edildikleri her yerde”, sömürüyü engelleyemediler ama kaynak tahsisini ve fiyatı “dışarıda” belirlediler. Dolayısıyla sosyalist rejimler ile kapitalist rejimler arasındaki en belirgin fark, bu hususta ortaya çıktı.

Dün dedim, esasında kaynak tahsisinin ve fiyatın sistemin dışında, “akıl” yoluyla, “bu işler ciddi işler, öyle Burberry filan gibi firmaların keyfine bırakılamaz, uzmanlarımız karar verecekler” diyerek belirlenmesinin gerekçeleri, bildiğim kadarıyla Marks’da yok. Nerede var? Aydınlanma aklında var.

***

Ama…

Tamamen saf bir biçimde kapitalizm tatbikatı da hiç olmuş iş değil. Ya belirli ürünlere narh konmuş, ya fiyatlara —buna işgücünün fiyatı olarak ücret ve döviz kuru da dâhil— alt veya üst sınırlar belirlenmiş veya devlet, en büyük kaynakların sahibi olan iktisadi aktör olarak kaynakları belirli amaçlar doğrultusunda yönlendirmiş. Bilhassa da krizleri aşma iddiasıyla…

Eğer bu tür müdahaleler olmasa, kapitalizm krize girmeden veya girdiği krizleri aşarak yoluna devam edebilir miydi? Bilmiyorum. Öyle saf sistemler filan hayal etmeyecek kadar yaşlıyım. Müdahale etmişlerse, vardır bir sebebi.

1940’larda, sadece kuantum bilgisi değil, bilgiişlem teknolojisi de, büyük ölçüde Avrupalıydı. ABD’de üniversitelerde ders verecek kadar olsun kuantum bilen de yoktu, bilgisayarın atası sayılabilecek türden herhangi bir cihazın üreticisi de… IBM, yani International Business Machines, daktilolar ve kollu hesap makineleri üreten bir “aşırı bürokratik” firmaydı. Bilgisayar sektörüne de, hatta ABD’deki birçok firmadan sonra girdi. Ama “doğru kapıdan” girdi. Henüz yapmamış olduğu bilgisayarı Pentagon’a satarak… ABD, “devleti”, bilgisayar endüstrisinin stratejik bir sektör olduğuna hükmetmiş, IBM’i desteklemeye karar vermişti. IBM’in olağanüstü beceriksizliklerine rağmen, desteğini kararlı bir biçimde sürdürdü ve IBM’in önce ABD’deki, sonra da Avrupa’daki, kendisinden çok daha ileride olan rakiplerini piyasadan silmesi için ne lazımsa yaptı.

Yani?

Kapitalist ABD, hem kapitalizme ve hem de kendi anti-tröst kanunlarına ihanet etti. Bu süreçte IBM’in son derece özel statüsünü “hak ettiği” konusunda bir kanaat inşa etmeyi de ihmal etmedi. Dolayısıyla, eğer yaşınız elveriyorsa, siz mesela IBM’in müthiş iyi yönetilen, olağanüstü yaratıcı, geleceği çok önceden gören, her stratejik karar noktasında beklenmeyecek kadar doğru tercihler yapmış bir firma olduğunu düşünegelmişsinizdir. Sizi temin ederim ki, bu sıfatları IBM’den daha az hak eden pek az firma vardır.

Yani?

Sektördeki olağanüstü verimsizlikler ve uzun süren rekabet eksikliği, kapitalizm yüzünden değil, kapitalizmin —belirli bir stratejik hedef uğruna— askıya alınması yüzünden gerçekleşti.

Sonrası da benzer şekilde gelişti. Kişisel bilgisayarlar belirdiğinde, IBM bir araştırma yaptırdı ve bütün zamanlarda ancak beş bin civarında talep olacağına hükmettiği için kişisel bilgiişlem alanına girmedi. Yaptığı hatayı fark ettiğinde, atı alan Üsküdar’ı geçmişti. IBM, tarihinde ilk ve son defa “yaratıcı” bir çözüm üretti ve kişisel bilgisayarını kendisi yapmaya kalkmak yerine, “piyasadan parçaları toplayarak” üretmeye karar verdi. Bir nevi IBM standardı oluşturdu ve bu, işe yaradı. Ama bu süreçte yazılım alanında olmayacak şeyler oldu ve dandik bir yazılımcı olan Bill Gates’e kaldı ihale. Gates bizi, yıllar boyunca DOS denen ucubeye mahkûm etti. Ama onu da size son derece zeki, mahir, müthiş bir adam olarak sattılar —satın alan da çok oldu. Gates’in bütün hikâyesi, bir tekel olan IBM’in, bir standart oluşturduğu alanda, partner olarak Gates’i seçmiş olmasından ibaretti halbuki…

Başka hangi sektörlerde olaylar benzer şekilde gelişti, bilmiyorum. Ama bilgiişlem alanındaki kahramanlar, “merkezileşmenin” ürünleridir. Sistemin “dışından” verilen kararların. Olağanüstü başarısızdırlar. Benim kapitalizm hakkında ve onun sınırları hakkında kafa yormaya başlamamın sebepleri de, önce IBM’in ve sonra da Gates’in serencamıdır.

Bu kıssadan sayısız hisse çıkarılabilir —kendi hesabıma çıkardım da zaten— ama günün mana ve ehemmiyeti açısından söylenebilir olanlar şöyle: (a) Dünya kapitalizminin “kalesi” ABD bile zannettiğiniz kadar kapitalist değildir ve (b) dolayısıyla kapitalizme çıkarılan faturaların önemli bir bölümü esasında kapitalizmin askıya alınması yüzündendir.

***

Bir başka mühim hisse daha var. Kapitalizmi deforme etmek, hemen her zaman, bilginin çarpıtılmasıyla mümkün olur. Toplumun doğru ve güvenilir bilgiye sahip olması, kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Zaten Adam Smith de, kendi varsayımlarının işlemesi için, bütün “agent”lerin kusursuz bilgiye erişimlerinin mümkün olmasını ön şart olarak zikretmişti. Dolayısıyla basının sadece özgür olması değil aynı zamanda kaliteli olması, üniversitelerin sadece özerk değil kaliteli olması, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu iklimi, bir süreliğine de olsa, az çok sağladı.

Ama IBM misalinde de görüldüğü gibi, basın ve üniversiteler devletle işbirliği yaptığında, sadece tüketiciler değil diğer üreticiler de çaresiz kalabiliyorlardı. Yine de, bu tür kumpasların nadir ve stratejik sektörlerle sınırlı kaldığını zannediyorum —en azından uzunca bir süre.

Bütün bu hikâyede, kapitalizm hakkındaki tereddütlerime zirve yaptıran ise ilaç firmaları, daha doğrusu sağlık sektörüdür. Fiyat esnekliğinin son derece düşük olduğu, yani fiyatı ne kadar yükselirse yükselsin, ihtiyaç sahibinin gerekirse hırsızlık yaparak bedelini ödemeyi göze alabileceği bir sektörde, bize satılan hizmetin bırakın kalitesini, gerçekten gerekli olup olmadığını bile bilme şansımız son derece düşük. Oğlunuzun, eğer şu operasyon derhal yapılmazsa sakat kalacağı, hatta öleceği size söylendiğinde…

Ama mesele bu dramatik vakalardan ibaret de değil. Kabul edilebilir kan şekeri oranları, kemik dansitesi, kolesterol oranları, aklınıza gelen her şey, yıldan yıla değişkenlik gösteriyor. Ve siz, geçen yıl ihtiyaç duymadığınız ilaçlara muhtaç hale geliyorsunuz. Bu “düzen”in arkasında devasa bir kumpas olduğu da sır değil. İlaç firmaları hekimlere türlü çeşitli “rüşvetler” veriyor, sağlık bakanlıklarının yayınladığı kodeksler ilaç firmaları tarafından “etkileniyor” ve saire…

Bu sürecin en tiksindirici safhalarından biri, ruh sağlığı normlarının durmaksızın yenilenmeye başlamasıyla açıldı. Bildiğimiz utangaçlığı bile, diyelim “sosyal iletişim bozukluğu” adıyla bir “hastalık” olarak tarif etmeye kadar vardı iş. Dediğim gibi, size veya çocuğunuza böyle bir teşhis konduğunda, son derece acizsiniz.

Ama bir defa daha… Her ne kadar sağlık sektörü bana kapitalizmin yumuşak karnı olarak görünse de, istismar kapitalizm “yüzünden” gerçekleşmedi/gerçekleşmiyor. Aksine, kapitalizmin askıya alınması, ilgili birliklerin, devletin ve hatta üniversitelerin bir güç birliği inşa etmesi sayesinde mümkün oluyor.

***

Bu arada… Basının ve üniversitelerin sistemin işleyişindeki tesirleri belirginleşince, bütün odakların hedefine onlar yerleşti. Sayısız suiistimal vakası var. Mesela Karamehmet, Türkiye’nin açık ara en büyük reklamvereni olduğu dönemde, belirli bir medya grubuna reklam vermedi. Bahse konu olan grup, neredeyse gün aşırı, baz istasyonlarının yol açtığı sağlık problemleri hakkında, birinci sayfadan haberler yaptı. Siz de inandınız, en azından şüphelendiniz. Şimdilerde kulağınıza bu tür “bilgiler” geliyor mu?

Memleketimin en saygıdeğer araştırmacı gazetecilerinden (!) birinden, Bergama’daki altın madeni tartışmaları sırasında, Bergamalı köylülerin itirazlarını gündeme getirmesini rica ettik. Ne kadar ödeyeceğimizi sordu ve biz şaşırdık. Çok geçmeden anlaşıldı ki, hangi taraf ücretini öderse onları “araştırıp” ekrana çıkaracak ve onların denmesini istediklerini diyecek.

Filan.

***

Nihat Genç, bir röportajda, “Kapalı Çarşı hür teşebbüstür, Migros kapitalizm” demişti.

Devletlerin her sıkıştıklarında askıya aldıkları, medyanın ve üniversitelerin “çökmesiyle” birlikte zemini kalmayan kapitalizme son ve kesin darbeyi, bana öyle geliyor ki, devasa perakende zincirleri vurdular. Diyelim pirinç üreticisisiniz. Eğer işbu devasa zincirlerin raflarında yer alamıyorsanız, malınızı satmayı hayal etmeniz bile zor. O raflarda yer almanız için de… İflas etmeyi göze almanız gerekiyor. Çünkü size maliyetlerinizi bile karşılamayacak fiyatlar veriliyor.

Perakende zincirleri, bir tüketici olarak sizin/benim alternatif ürünler hakkındaki “bilgimizi” olağanüstü ölçüde çarpıtıyorlar. Bir defa raflarında hangi ürüne yer açacaklarını belirleyerek ve ilaveten hangi ürünü hangi rafa yerleştireceklerini kararlaştırarak…

Bu şartlar altında, mevcut halde, dünyanın herhangi bir yerinde, adına “kapitalizm” denebilecek bir sistem olduğunu düşünmüyorum. Ki… Farkındaysanız Google, Facebook, Instagram filan gibi nevzuhur “bozucu” faktörlerden hiç söz etmedim.

Dolayısıyla da “antikapitalizm” yaygaralarını fevkalade gülünç buluyorum. Kapitalizme itiraz edip duranların alternatif tekliflerinin ne olduğunun meçhul ve muğlak olmasından öte, esasında neye ve neden itiraz ettikleri bile meçhul ve muğlak. Bu yüzden, mesela “kâr hırsı” diye bir düşman çıkıyor ekranın bir köşesinden… Veya Advan’ın yazısının sonlarında da başlarını kaldırıveren israf, çevre, adalet filan gibi kavramlar.

Marks’ın izinden gittiğini söyleyen Aydınlanmacı rejimlerin hiçbirinde “kâr hırsı” mümkün değildi, çünkü “kâr” mümkün değildi. Ancak insanlık tarihinin en muazzam israfları da, modern zamanların en acımasız çevre katliamları da, en fütursuz adaletsizlikleri de o rejimlerde gerçekleşti. Son şaheser misalleri günümüz Çin’inde sahneleniyor mesela. O rejimleri kuranların ve işletenlerin kötücül olması yüzünden değil. “Akıl” denen şeyin dışsallaştırılabileceği, kâğıt üzerinde “akıllıca” görünen çözümlerin toplumun iç dinamikleriyle üretilenlere kıyasla daha “akıllıca” olduğu varsayımları yüzünden ortaya çıkıyor bu rezillikler. Kararları toplumun “dışına” atınca, olanca “iyi kalpliliğiyle” Reyya Advan’a ihale edeyim o kararları vermeyi, dakika başı Burberry’nin bütün tarihinde yaptığını düşündüğünden çok daha büyük kötülükleri yapmak zorunda kalır.

Benim, yukarıda bir bölümünü özetlediğim vakalar boyunca yıllar içinde öğrendiğimin özeti, yıllardır tekrarladığım son derece basit bir motto: Merkeziyetçilik kötüdür. Olabildiği kadar çok kararın olabildiği kadar dağıtılmış sistemlerin içinde verilmesi gerekir. Bilhassa da kaynak tahsisi ve fiyat kararlarının…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin