Kar Taneleri
Muhakkak biliyorsunuz Friends diye bir dizi var. İzlemedim. Netflix yeniden dolaşıma soktuğunda da izlemedim. 14 yıl aradan sonra geçtiğimiz yıl Netflix’te yeniden gösterime girdiğinde, dizi, yoğun tartışmalara sebep olmuş. Diziyle yeni tanışan nesil, diziyi fena halde biçimsiz bulmuş. Cinsiyetçi, insanların kilolarıyla alay eden esprilerden rahatsız olmuşlar.
İnsanoğlunun hangi istikamette değişiyor olduğuna dair bir yığın ipucu barındırıyor bu misal. O ipuçlarını Joker ile ilişkilendirmeden önce, değişimin istikametinden önce, hızına dikkat çekmekte fayda var. Sadece 14 yıllık bir aradan söz ediyoruz. 14 yıl önce milyonlarca insanın katıla katıla güldüğü espriler şimdi güldürmemekle kalmıyor, tiksinti uyandırıyor. Politik doğruculuk adına lanetleniyor.
Fight Club’da “özel değilsin, güzel ve benzersiz bir kar tanesi değilsin, başka her şey gibi çürümekte olan organik maddeden ibaretsin” diye çevrilebilecek bir replik vardı. O replikten hareketle, aşırı kırılgan, Friends’teki esprileri bile incitici bulan nesle kar tanesi nesli deniyormuş. Terim o kadar yaygınlaşmış ki, Oxford sözlüğün 2018 baskısında yer almış.
Mevsim değişmiş yani, kış gelmiş. Her yanı kar kaplamış.
Meselenin esas determinantının iktisadi olmadığı, Türkiye’deki başkaldırının, enerjisini görünür olma talebinden devşirdiği iddiasını ilk ne vakit dillendirdim hatırlamıyorum. Mesele “daha çok gelir, gelirden daha çok hisse” değil hanidir, “itibardan daha çok hisse”. Kar taneleri sadece kendileri için itibar talep etmiyorlar, ellerinde olmayan sebeplerle itibardan yeterince nasiplenmeyenlerin itibar payına da hassaslar.
Mesele iktisadi olsaydı, çözümü çok daha kolaydı. Nitekim meselenin iktisadi olduğu dönemlerde, toplumlar türbülansa girmeden gerilimler aşılabildi. Yığınların tüketim imkânları, üretime katkılarından daha hızlı büyüdü, onlarca yıl boyunca. Gelir adaletsizliği mütemadiyen ve hemen her fırsatta dile getiriliyor ama…
- Verimlilik artışı sayesinde, gelirdeki hissesi artmadan insanların tüketim kabiliyetlerinin arttığı,
- Teknolojideki gelişim yüzünden üretime katılma imkânlarının azalmasına rağmen, gelirlerin paralel bir gerileme göstermediği
genellikle ihmal ediliyor. Bugün Türkiye gibi yoksul sayılabilecek bir ülkede fertlerin otomobil sahiplikleri, iPhone sahiplikleri filan mevzu ediliyor ama esas göstergeler başka yerde. Nüfusun neredeyse beşte biri eğitim görüyor ülkede. Nüfusunun bu kadar büyük bir yüzdesini maddi üretimin dışında tutarak yine de çarkları döndürebilmek, mesela yüz yıl önce, dönemin süper güçlerinin bile hayal edebileceği bir şey değildi.
Büyük Savaş sonrasında, biraz da savaşın yol açtığı yıkımı yeniden inşa etme işi sayesinde, kitleler, iktisadi büyümeden kaynaklanan zenginlikten daha çok hisse almakla tatmin olabildiler. Ve hisselerinin büyüme hızı katkılarının büyüme hızından daha yüksek tutularak, türbülansa yol açmalarına mani olunabildi.
Bir süredir meselemiz başka. Kitleler transparan olmaya itiraz ediyorlar, isyan ediyorlar. Orada da, iki gün önce sözünü ettiğim paradoks çıkıyor ortaya. Görünür olunan her sektörde, görenler, görünenlerden misliyle fazla. Yani herkes —Joker gibi— komedyen olmaya heves etse mesela, kimse tatmin olmaz. Çünkü bir komedyenin kendisini tatmin olmuş hissetmesi için binlerce kişiyi güldürebilmesi gerekiyor. Bir futbol takımının on binlerce seyircisi olması gerekiyor.
Kar taneleri bu problemi kısmen aştılar, aşamadıkları yerde yumuşattılar. Benim bildiğim hususlar değil ama mesela kardeşimin söylediği kadarıyla, sadece İnternette yayın yapan küçük müzik grupları var. Her birinin belki sadece birkaç yüz izleyeni var. Dert etmiyorlar, muhtemelen kültürler arası sentezler arayarak ve muhtemelen profesyonel müzisyenlerden daha adanmış halde, faaliyetlerini sürdürüyorlar.
Eh, birkaç kişi birkaç yüz kişilik bir izleyici kitlesiyle yetinebildiğinde, herkes görünür olabilir. O izleyicilerin bir bölümü de belgeseller yapıyordur mesela. Bir başka grubu bir voleybol takımı oluşturmuştur. Bir başka grubu sokak kedileri için bir dernek kurup diğerlerinden yardım topluyordur.
İş belki de buraya varacak. Warhol haksız çıkacak, herkes 15 dakikalığına meşhur olmayacak da herkes ömür boyu, sadece küçük bir grubun meşhuru olacak.
İşin nereye varacağını bilmiyorum. Ama eğilimleri hesaba katarsak, Joker’in uyumsuz ve arızalı olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. O meşhur olmak istiyor. Herkesin alakasını talep ediyor. Ve muhtemelen 15 dakikalığına değil. 15 dakika ile tatmin olacak gibi görünmüyor. Mesele şu ki, yapmaya heves ettiği işi yapmak için lazım gelen donanıma sahip değil. Daha fenası, o donanıma sahip olmadığının farkında değil. O donanımın nasıl edinileceği hususunda bir fikir üretmiş, o fikre uygun olarak çalışmış. Kendi kafasına göre yapıp ettikleri kâfi olsun diye talep ediyor.
Aha işte bu, kasabalılık. “Ne var, ben de yaparım” kafası. “Gördüm, öğrendim, herkesten iyi yaparım” kafası.
Öte yanda da kar taneleri var. Küçük gruplara performanslarını sergiliyorlar. Muhtemelen aldıkları reaksiyonlara bakarak kendilerini değerlendiriyor, öğreniyorlar. Kendilerini benzersiz, biricik görüyorlar. Kendilerinin kendilerini öyle görmesiyle yetiniyorlar, sizin de öyle görmenizi talep etmiyorlar. Çok akıllı, çok iyi olduklarından değil, eğer öyle bir taleple sahneye çıkacak olurlarsa görecekleri olumsuz reaksiyonlara mukavemetleri yok. Olmadığını biliyorlar.
Kendi mukavemetsizliklerini bildikleri için, Joker’in mukavemetsizliğine de hassaslar. Dünya mukavemetsiz olanın üstüne gitmesin istiyorlar. Aha bu da şehirlilik.
Ama Joker dünyanın üstüne gidiyor.
Ne yapacağız şimdi?
***
Süleymaniye’yi yapmak için bir mimar ve birkaç yüz sanatçı kâfiydi. Zaten de Osmanlı’nın zirvede olduğu dönemde bile ancak o kadarı vardı. En gösterişli, en şatafatlı dönemlerinde bile Osmanlı bir cami yapmaya karar verdiğinde, İznik’te, Kütahya’da karalar bağlanıyordu. Çünkü sultan, çinilere yok pahasına el koyacaktı, biliyorlardı. Muhtemelen diğer zanaat ehli de benzer durumdaydı.
Kıtlık ekonomisi başka, bolluk ekonomisi başka. Şimdi gereğinden fazla sanatçı var ve yapılabilecek o kadar Süleymaniye yok. Kendisini ispatlamak isteyen herkese alan açılsa, yapılabilecek Süleymaniye’leri dolduracak cemaat yok.
Geldiğimiz noktadaki halimizi bir defa daha özetleyecek olursak… Bir yanda kasabalılar var, Süleymaniye’ler yapmak hevesindeler ve daha azına razı değiller. Ama ne Süleymaniye yapacak kabiliyetleri var ve ne de o kadar Süleymaniye’ye yer var. Öte yanda şehirliler var, kendi küçük mahallelerinde ufak mescitlerini daha güzel bir şey haline getirme hevesindeler. Daha çoğunda gözleri yok. Yapmaya heveslendikleri şeyi yapacak donanımları da var.
Denklemi böyle kurduğumda, emniyetle söyleyebilirim ki, eğer insanlık diye bir şey kalacaksa, şehirliler kazanacak. Şehirlilik kazanacak. Kasabalılar imha olarak olmayacak o iş, kasabalılar şehirlileşecekler.
Dünyada artık Joker’lere yer yok. Eh kendilerine yer olmadığını hissediyorlar, yakıp yıkacaklar. Ama geçecek bütün bunlar.
Esas mesele öteki tarafta, kar tanelerinde… Dünya eğer temel işleyiş prensibi itibariyle bildiğimiz dünya olmayı sürdürecekse, eğer Darwin’in deşifre ettiği kurallar geçerli olmayı sürdürecekse… Biricik olmalarında bir beis yok ama bu kadar kırılganlıkla olmaz. Onların da öğrenmesi gerekiyor.
Ne öğrenecekler?
Mesela kendilerini müdafaa etmeyi öğrenmeye kalksalar, olmaz. Ancak vahşiler kendini korur ve bu şehirliler vahşi değiller. Vahşi olmadıkları için şehirliler.
Veya kasabalılarla, kasabalıların silahlarıyla dövüşmeyi öğrenseler, olmaz. Çünkü düşmanının silahını kuşandığında düşmanına dönüşürsün.
Bence… Kasabalıların yakıp yıktıkları yerlerde, kasabalılarla birlikte, devasa büyüklükte Süleymaniye’ler yerine, daha küçük ölçekli, daha zevkli mescitler inşa edecekler mesela. Kendileri ve/veya düşmanları hakkında değil, dünya hakkında düşünüp konuşacaklar. Galiba zaten öyle yapıyorlar.