Kara Yasemin
Daha önce söz ettim mi, hatırlamıyorum…
Amerikalıların nükleer bombasını yapanların neredeyse tamamı Almanca konuşan insanlardı. Çünkü 1940 gibi —kuantum teorisi için— geç bir tarihte bile, Almanca konuşulan coğrafya dışında, dişe dokunur kuantumcu yoktu —Dirac dışında hiç olmamıştı… Buna mukabil, Almanca konuşulan coğrafyadan, yüz elli yılı aşkın süre boyunca, dişe dokunur bir tek evrimci çıkmadı.
Almanların iyi futbol, Amerikalıların iyi basketbol oynamalarını yadırgamayabilirsiniz. Fransızlar iyi ressam, İngilizler iyi müzisyen çıkarıyor dendiğinde de… Kavramlar dünyasının haritasını çıkarmaktan —her şeyi açıklamaktan— azına razı gelmeyen Kant, Hegel ve Marks gibi adamların hep Almanca konuşuyordu olmalarını, buna mukabil Fransızca konuşan Sartre, Foucault gibi adamların kavramlar dünyasına tepeden değil içeriden bakmaya çalışan adamlar olmasını fark bile edemeyebilirsiniz.
İyi de…
Mevzu bilim olunca… Âlemin nasıllığına dair devasa teorilerin belirli coğrafyalarla sınırlı kalması size de tuhaf gelmiyor mu? Bence gelmeli.
Ama tuhaf da olsa, hal bu. Eğer Almanlar olmasaydı kuantum teorisi, Anglosaksonlar olmasaydı evrim teorisi olmayacaktı diyebiliriz gibi geliyor, gerçekliğe bakınca.
***
Hani ezberden söylenir ya, Batı, Antik Yunan’ın eleştirel bakış açısını miras alıp dünyaya yeni bir gözle bakmaya başladı, bilimsel metodu keşfetti ve bu sayede de dünya hâkimiyetini ele geçirdi filan… Bu ezberin her yanı tartışmaya muhtaç —ve zaten tartışmaya çalıştım da— ama bugün meselem o değil. Bugün meselem şu: Batı dediğiniz şey nasıl bir şey? Mesela Almanlar onun içinde mi? Ya Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Hollandalılar, İspanyollar, İtalyanlar?
Aha işte Batı deyip geçtiğiniz, sanki hepsi aynıymış gibi söz ettiğiniz şey, aslında, aynı bilimi bile yapamayacak kadar birbirinden farklı unsurlardan müteşekkil bir şey. Birbirlerine benzedikleri için değil, birbirlerinden çok farklı oldukları için bugün ne iseler o oldular.
Batı’nın böyle —patchwork gibi— olması sayesinde Batı olduğu ve medeniyet tarihinin büyük sıçramalarından birini gerçekleştirdiği gerçeğini ben keşfetmedim. 1997’de yayınlanmış iki kitap (Diamond’un Guns, Germs, and Steel adlı kitabı ve Thurow’un Future of Capitalism adlı kitabı) sayesinde öğrendim. Ama kuantum teorisi ile evrim teorisi gibi, bence insanlığın en büyük iki eserinin bu kadar keskin sınırların içinde büyüyüp gelişmesindeki tuhaflığı kendim fark ettim —başkaları yazdıysa bilmiyorum.
***
Avrupalılar çeşitlilikleri sayesinde dünyanın paryası olmaktan çıkıp —ki öyleydiler— manalı işler işleyebildiler ama bu sayede adam olduklarını bile idrak edemeyecek kadar budalaydılar. Fransızlar kendi coğrafyalarını homojenleştirmek için olmayacak işler işlediler. İngilizler adalarında konuşulan farklı dilleri imha etmek için olmaz zulümler işlediler. Almanlar, İspanyollar, malum… Avrupa tarafından ırzına geçilmiş olan bütün toplumlar da, Avrupalılar gibi, homojenleşme projeleri imal ettiler.
Çünkü…
Mesela bilimin bir metod işi olduğu, onu öğrenen ve ona saygı duyan herkesin, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dili konuşuyor olursa olsun, tastamam aynı neticelere ulaşacağı iddiası kolaylıkla dile getirilip kabul edilebilir/ettirilebilir. Neticede bilim denen şey pasif bir tutumdur, bir keşif sürecidir, gerçeklik orada yayılmış, keşfedilmeyi bekliyordur. Eh, Kuzey Kutbunu Amundsen keşfedemeseydi, kısa süre içinde bir başkası keşfedecekti —ve keşfettiği şey aynı şey olacaktı. Bu hikâyeyi anlatmak ve anlamak kolay. Hal buysa, demek ki, yukarıdan müdahalelerle herkesi Kuzey Kutbunu merak eden ve onu keşfetmek için bir yığın çileyi göze alan insanlar haline getiririz… Apaynı bir yığın insan… Ne güzel olur.
Ama işte öyle değil. Bilim bile gerçeklik karşısında pasif bir keşif işi değil, aktif bir icat işi… Bu hali anlamak ve anlatmak ise kolay değil.
***
Dün Yılmaz Özdil memlekette ortaya çıkan manasız yatır, türbe filan gibi şeylerin misallerini sıralamış (http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/fetonun-pecetesi-1353597/). “Eğiteceksin kardeşim” filan diye de bağlamış. Eğitecek, aynılaştıracaksın.
Yıllardır bu tür misaller üzerinden yapılan genellemelerle dövüştüğüm için, artık söz etmeye niyetim yoktu. Dün akşam Ankara’nın restoranlarından birinde otururken, üç kadın yan masaya geldi. Siparişi vermeden bir iskambil destesi çıkardılar. Etraftaki bakışlara aldırış etmeden Tarot falı açmaya başladı biri, diğerine. Hepsi okumuş/eğitilmiş kadınlardı.
Yılmaz Özdil bunu okusa, “canım ona da karşıyım” diyecektir, meselem o değil. Meselem şu: Dünyanın her yerinde, Kant’ı, Marks’ı çıkarmış Almanya’da veya dünyanın süper gücü Amerika’da da milyonlarca insan öyle yaşıyor. O insanların mevcudiyeti, Almanya veya Amerika’da Cemaat organizasyonlarına sebep olmuyor.
Çünkü…
Gazetelerde köşe yazan, YÖK’ü ele geçiren, TSK’da bir pozisyon alan birileri, kendi vasıfsızlığını örtmek için ahalinin bu hallerini sebep olarak göstermiyor, “zinhar yapmayacaksın” filan diye ahalinin üzerine gitmiyor. Durduk yerde yatır, türbe icat eden, ortalık yerde Tarot falı açan kimselere ilişmiyor, kendi işini doğru dürüst yapmaya çalışıyor.
Çünkü…
Avrupa çoktan caydı kendi içinde homojenleştirme çabalarından.
***
Şu kuantum ve evrim meselesini, yıllardır, derdimi ifade etmeye çalışırken delil olarak kullanırım. Hemen her defasında da eklerim: Anadolu, bir tür mikro-Avrupa’dır. Doğu Karadeniz ile Ege arasında, Finlandiya ile İtalya arasındaki kadar fark var. Diyarbakır ile Edirne arasında muhtemelen daha da fazla… Bu farkları gidermeye çalışmak için harcanan enerjinin onda biri onlardan faydalanmak için harcansaydı, bugünkünden çok daha zengin olurduk —sadece ve en önemli olarak maddi açıdan değil, aksine çok daha manevi olarak. Trabzonlulardan futbolcu çıkarmaya çalışmak yerine mesela atıcı çıkarmaya çalışsaydık, Urfalılar eskrim yapsaydı… Olimpiyatlarda bir yığın madalyamız olabilirdi mesela.
Hem daha mutlu olurduk, kendimize güvenimiz çok daha yüksek olurdu. Hem Olimpiyat seyretmek daha zevkli olurdu. Hem de aynı bayrağı onca farklı insan dalgalandırınca, birbirimize daha kolay katlanırdık. Oradan buradan devşirdiğimiz simsiyah bir kızcağıza Yasemin adı vermek filan gibi sakilliklere de ihtiyaç kalmazdı.