Karizma Demokrasiye Karşı
Troçki doğulu toplumların karizmaya yöneldiğini, neticede sınıfın ve onun temsilcisi partinin yerini bir adamın aldığını filan söylemiş. Mehmet Y. Yılmaz, ona yaslanarak, memleketin hallerini okumuş yine bugün.
Karizma Demokrasiye Karşı adlı film, anlaşılan o ki, daha uzun yıllar vizyonda kalacak. Bakalım ben bu geyikle gölge boksu yapmaktan ne vakit bıkacağım…
Bir. Troçki, karizmasından gayrı hiçbir sermayesi olmayan bir garip ademdi.
İki. Karizma kötü bir şey değil. Demokrasiyle hiç çelişmez. İnsanın bilgi işleme kapasitesinin sınırlılıklarından kaynaklanan bir tutum. Yani biyolojik kökleri var. Karizmayla dövüşüp duranlar kaybederler yani.
Üç. Batı toplumlarında, siyasette karizma hiç eksik olmadı. Karizma kelimesini batılılar icat etti. Mucidi, bildiğim kadarıyla, Weber’dir. Weber bu icadı, Doğu toplumlarını analiz ederek yapmadı, kendi içinde bulunduğu toplumları, Batı Avrupa’yı analiz ederek yaptı.
Dört. “Canım biz o anlamdaki karizmadan söz etmiyoruz, hani diktatörlük filan…” denecek olursa… Doğu toplumları, Rusya hariç, hiçbir vakit diktatör imal etmediler. Diktatör kelimesi de Latince kökenli bir kelime. Çağdaş diktatörler kimler diye hafızanızı yoklarsanız göreceksiniz ki, aklınıza ilk gelen isimler Hitler, Mussolini, Franco gibi isimler olacak. Hepsi Batılı. Ama mesela aklınıza Hüsnü Mübarek, Hafız Esad gelmeyecek. Gelmemeli. Neden? Onlar, diktatör değillerdi, müstemleke valisi idiler. (Türkiye’nin diktatörleri ayrı bir yazı mevzuu.)
Beş. Karizmaya dönelim. Fransa’da —ama Fransa’nın antik tarihinden söz etmiyorum, “çağdaş” Fransa’da— işler rayından çıkınca, ipler de Gaulle’ün eline verildi. De Gaulle Erdoğan’dan hiç farklı değildi. İkinci savaş ufukta belirince, İngilizler, başlarına ne geleceğini bile bile Churchill’e davetiye çıkardılar. O da Erdoğan’dan farklı değildi. Mitterand’ın, Thatcher’in hatta Sarkozy’nin bile karizmatik insanlar oldukları gerçeğini pas geçiyorum. Karizmasından istifade ederek Erdoğanlaşanları sayıyorum.
Bütün bu lafları niye ediyorum? Meseleyi neden önemsiyorum? Çünkü Erdoğan’a bakıp, onu alt edemeyip, sonra da “Troçki de demişti zaten, biz Doğu toplumları…” filan gibi iç geçirmeler, anahtarı evde kaybedip, aydınlık diye sokakta aramaya benziyor. Problem Doğu toplumu olmamızda değil. Toplumsal genlerimizde değil. Hatta Erdoğan’da bile değil.
(Ben de biliyorum, bütün bunları söyleyip durmanın bir faydası yok. Çünkü başka hiçbir açıklama, hiçbir işe yaramadan, sadece belirli klişeleri ezberlemiş olarak, karizmadan başka hiçbir sermayeye ihtiyaç duymadan, etkili yerlerde oturmayı, yazmayı sürdürmekte işe yaramaz. Dolayısıyla işbu geyik, benzer diğerleriyle birlikte, daha çok nesil eskitecek.)
***
Ortada bir problem var. Ciddi bir problem var. Problemin ciddiyeti hususunda da, mahiyeti hususunda da, anladığım kadarıyla, Karizma Demokrasiye Karşı filmini vizyonda tutanlarla mutabıkız. Ama problemin kaynağı konusunda değiliz.
İnsanın bağışıklık sisteminden örnekleyerek anlatmaya çalışayım.
Bizim bağışıklık sistemimiz, her an milyonlarca yeni antikor sentezler. Bu antikorlar kanda dolaşır, tanıdıkları bir hasım var mı diye bakınırlar. Her biri sadece bir hasmı tanır.
Eğer birkaç gün içinde kendi hasmına rastlayamazsa, antikor yok olur. Rastlarsa, hızla çoğalmaya başlar, bizi, bize saldıran düşmandan arıtır. Bu işi başaran antikorlar, iş tamamlandığında, kısa süre içinde imha edilir. Ama tamamı değil. Belirli bir saldırıya ilk defa maruz kaldığında, bünyenin gerekli reaksiyonu gereken şiddette üretebilmesi için yaklaşık bir hafta gerekir. Ama bu süreçte üretilmiş antikorların örnekleri saklandığından, aynı saldırıya ikinci defa maruz kaldığınızda, çok daha kısa süre içinde, çok daha şiddetli bir reaksiyon gösterirsiniz. Bir taarruza maruz kaldığınızın farkına bile varmadan onu savuşturursunuz.
Mesele şu: İnsan vücudunda, “şu tip bir saldırıya maruz kaldık, düşmanın robot resmi şu, ona uygun antikor üretin” diyen bir alarm merkezi yok. Yani antikorlar, belirli bir referansa göre üretilmiyorlar. Rasgele üretiliyorlar. Eh, yeryüzünde bizim vücudumuzu kendisi için güvenli ve bereketli bir ortam olarak algılayacak sayısız, değişik mikroorganizma var. Bizim genlerimiz ise, normal şartlarda sınırlı sayıda protein sentezleyebilir. Sınırlı sayıda genimizle, neredeyse sınırsız çeşitlilikte antikoru nasıl üretiyoruz? Bunu sonraya bırakabiliriz.
Şimdilik şu mevzu üzerinden yoğunlaşalım: Kendisinden beklediğimiz netice belli olan bir bağışıklık sistemimiz var. Onun böyle rasgele üretim yapması hiç de şık görünmüyor, size de öyle gelmiyor mu? Platon bunları bilse, Sokrates’in ağzından, nasıl da yerden yere vururdu bağışıklık sistemimizi. Ama beğenseniz de beğenmeseniz de, bağışıklık sistemimiz böyle çalışıyor ve onun sayesinde hayattayız.
Altını çizeyim: Bağışıklık sistemimiz antikorları üretirken, herhangi bir referansa göre davranmıyor. Her bir bileşeni elindeki planlara göre üreten ve sonra da o bileşenleri bir başka plana göre monte eden bir buzdolabı fabrikasından çok başka bir stratejisi var yani. Üretebileceği çeşitlilikte antikor üretip duruyor. Onlar gezinip, bir işe yarayıp yaramadıklarına bakıyorlar. Yaramıyorlarsa, onlara uygun bir hasım yoksa, eyvah! Varsa, işte o zaman çoğalmaya başlıyorlar.
Bütün insanların bağışıklık sistemi aynı prensiplerle çalışıyor. Ama her birimizin kanında, diğerinkinden çok farklı antikorlar dolaşıyor. Kısmen her birimizin hastalık geçmişi bir diğerininkinden farklı olduğundan, kısmen antikorların tesadüfi üretiminden, kısmen de antikorları üretmekten sorumlu olan genlerimizin farklı olmasından…
Bütün toplumlar da insanlar gibi. Her biri aynı esaslara göre işliyor ama her birinin tarihi farklı. Bu yüzden de her biri farklı tehditlere daha hazırlıklı, başkalarına ise müdafaasız.
Bağışıklık sistemi konusunda bilmemiz gereken bir başka şey de şu: Sizin kanınızda dolaşan bir antikor benim kanıma karışırsa, antikor olarak iş görmüyor. Yabancı bir şey olarak, bağışıklık sisteminin taarruzuna uğruyor. Antijen dediğimiz hasımlar da, onlarla dövüşen antikorlar da izafi şeyler yani. Birinin açısından bakınca öyle, ötekinin açısından bakınca böyle. (Kıssadan hisse: Ertuğrul Özkök çok üzülecek ama Princip’in kahraman mı, katil olduğu hususunda mutabık kalamayacağız.)
Siz bir topluma, bir başka toplumdan transplantasyon yaparsanız, toplumun bağışıklık sistemini kışkırtmış oluyorsunuz. Hatırlatayım, bağışıklık sistemimizin mevcut olduğunu yüzlerce yıldır biliyorduk ama nasıl çalıştığını az çok öğrenebildikse, son on yılı yoğun olmak üzere, son elli yılda öğrendik. Öğrenmemizi sağlayan şey de, büyük ölçüde, organ nakline bünyenin gösterdiği direncin sebebini merak etmemizdi.
İmdiii…
Bir. Memlekete —Troçki’nin kendi mensup olduğu toplumlara baktığı gibi yapıp— “dışarlıklı” bir gözle bakarsanız, önüne asla gerçekleştiremeyeceği bir model koyarsanız, “bak onlarda ne güzel, şu tipte antikorlar var, benim göbeğini kaşıyan milletim de onlardan yapsa ne şık olacak” filan deyip durursanız, toplumun bağışıklık sistemi sizi yabancı bir unsur olarak algılar. Sizi imha edebilmek için de, Erdoğan’a bile razı olur. Sadece sizden kurtulabilmek uğruna, Erdoğan’ın zırvalarında hikmet bulur. Şeyh uçmaz ama müritleri, eğer lazımsa, uçurur. Dünyanın her yerinde… (Ne zaman lazım olur şeyhi uçurmak? Tehdit büyük, şeyh ise tehdidin gücüne kıyasla aşırı vasıfsızsa… Şeyhe inanmak başka türlü mümkün olmuyorsa onu uçurursunuz. Neyse, bu da ayrı bir yazı mevzuu.)
İki. Batı’da işler öyle yürüyor zannedip, 12 Eylülcü akıllarıyla, memlekete tuhaf bir organ nakli yaparsanız, bu organ nakli vasıtasıyla siyaseti üç beş parti başkanının eline bırakırsanız, “akıl kâfi, denetime ne lüzum var, israf” mantığıyla bir sistem kurarsanız, bunu herhangi bir Batı toplumunda yapsanız da aynı neticeleri verir. Toplumun genetiğiyle ilgili bir şey değil yaşadığımız şeyler. Toplumun genetiğine rağmen, 12 Eylülcüler marifetiyle topluma sokuşturulmuş bir mekanizma. Yabancı bir organ bile değil, resmen inorganik bir şey. Batılı toplumlarda, şimdi bizdekine benzer şeyler olmuyor, çünkü oralarda 12 Eylüller, 28 Şubatlar filan olmadı. Çünkü oralarda karşılıklı denetim var. Erdoğan olmaya hevesli adam kıtlığı yok İngiltere’de, Fransa’da… Erdoğan olmanın şartları kıt.