Kavga
Wilson Sociobiology’i yazdığında (1975), 1990’ların sonlarından itibaren ağırlıklı olarak klavye çürüteceği mevzulara ilgi duyuyor muydu, bilemem. Ama o dönem itibariyle, neredeyse sadece böcekbilim camiası tarafından bilinen, iyi bilinen biriydi. Sociobiology Wilson’ın hayatını değiştirdi. Muhtemelen, kitabı yayınlarken aklına bile gelmeyecek, rüyasında görse hayra yormayacağı bir taarruzla karşılaştı. Taarruzun komuta merkezi, Wilson’ın Harvard’daki odasının az ötesindeydi. Komutanlar da Lewontin ve Gould…
Wilson Sociobiology’de, sosyal hayvanlar hakkında yüzlerce sayfa döktürdükten sonra, bir başka sosyal hayvan olan insana da bir bölüm ayırmış, orada da ırklar hakkında birkaç paragraf yazmıştı. Yıllarca süren ve tansiyonu kâh düşüp kâh yükselen Sociobiology polemiğini tetikleyen de o paragraflardı.
- Lewontin, Gould ve tez zamanda onların arkasında hizalananlar, “bir dakika, sosyal hayvanlar filan tamam da, insan başka, bu mevzu ciddi” demediler. O manaya gelecek laflar etmediler. “Irk bilimsel bir kavram değil” dediler mesela. Meşhur nature-nurture (tabiat-çevre) tartışmasını alevlendirip, insanın üzerinde çevrenin etkisi üzerine yıllarca kafa yorup, ciltlerce yazdılar.
- “Wilson ırkçı” dediler ama “ırkçılara Harvard’da yer yok çeksin gitsin, gitmezse atılsın, hatta vatandaşlıktan da çıkarılsın” filan de demediler. O manaya çekilecek laflar da etmediler. Anladınız…
Çok centilmence, çok mektepli, çok kravatlı bir tartışma ortamı zannı da uyandırmayayım. Wilson’un panelist olduğu bir bilimsel toplantıda, aktivistler, sahneye çıkıp masadaki sürahiyi onun başından aşağı boca ettiler mesela. Harvard bahçesinde ağaçlara “Irkçı Wilson” afişleri asıldı. Asıl mühimi, Lewontin ve Gould bilim camiasındaki popülaritelerini ve prestijlerini kullanarak, ırk kavramının bilimsel çalışmalarda geçmesini neredeyse imkânsızlaştırdılar. Irktan söz edenin başına tatsız işlerin geleceği duygusunu öylesine yerleştirdiler ki, kırk yıl sonra bugün bile, herhangi bir akademik çalışmada ırkları konu etmek ciddi ölçüde cesaret istiyor.
Wilson yalnız kalmadı —en azından yalnızlığı uzun sürmedi. Onu bayrak yapan bir kesim de zuhur etti. Gerçi onlar da ırk mevzuuna girmeye pek cesaret edemediler ama Wilson’a yönelik taarruzun haksız ve ölçüyü kaçırmış olduğunu ısrarla ve her imkânı kullanarak söylediler.
Muhtemelen o süreçte Wilson, böcekler ve sosyal hayvanlar dışındaki mevzulara, mesela doğrunun ne olduğu, doğruya nasıl ulaşılacağı filan gibi mevzulara yöneldi. 90’ların sonlarından itibaren yazdıkları, ağırlıklı olarak, bu tür konularda oldu. Bu dizinin ilk kitaplarından biri olan Consilience’ten öğreniyoruz ki, Wilson’un biyolojiyle ilişkisinin başlangıcında Linnaeus’un sınıflandırması yer alır. Linnaeus türleri cinslere, cinsleri familyalara, familyaları takımlara, takımları filumlara ve en nihayet bütün filumları altı büyük âleme gruplandırarak, dışarıda hiç bir şeyin kalmadığı bir sınıflandırma geliştirmişti. Binalarda bunalan, hayatını tabiatın bağrında, âşık olduğu hayvan ve bitkilerle birlikte geçirmeyi arzulayan Wilson için bu sınıflandırma, kaybolmamayı garantileyen bir tür yol haritasıdır.
Derken genç bir hocası, Wilson’a, biyolog olmak isteyen herkes tarafından mutlaka okunması gerektiğini söyleyerek, Mayr’ın Systematics and the Origin of Species (Sistematik ve Türlerin Kökeni) adlı kitabını verir. Wilson böylece —kendi ifadesiyle— Mayr’ın kitabı aracılığıyla, evrim düşüncesiyle tanışır. Statik kalıplar birden akışkan süreçlere dönüşür. Ölçekler büyür ve her şey bir devamlılık kazanır. Henüz Orhan Pamuk ortalarda yoktur ve dolayısıyla Wilson “Bir kitap okudum, hayatım değişti” diyemez, yaşadığı şoka Gerald Holton’dan ödünç aldığı terimle İyon Büyülenmesi adını yakıştırır. Terim, Wilson’un ifadesiyle, bilimlerin bütünlüğüne duyulan inanca, kâinatın düzenli olduğunun ve bu düzenin sınırlı sayıda tabiî kanunla ifade edilebileceğinin hissedilmesinin yol açtığı baş dönmesine işaret etmektedir. Meselâ fizikte tabiatın bütün kuvvetlerinin, elektrozayıf, güçlü ve kütleçekim kuvvetlerinin tek bir çatı altında toplanabileceği ümidi, Wilson’a göre, İyon Büyülenmesinin bir tezahürüdür. Demek ki, Wilson’un az ötede gördüğü ışık, ta 2500 yıl önce yakılmış bir ateşin yalazıdır. Binlerce yıllık meşakkatli yolculuğun neticesinde elimizi uzatsak tutacak kadar yaklaşmış olduğumuz ışık, demek ki, eski Yunan’ın yaktığı ateştir.
Wilson bu hikâyeyi anlatırken, Doğu Akdeniz’den kaynaklanan manasız dünya kavrayışını da özellikle topa tutar. Hani sanki İyonlar Akdeniz’in doğusunda değillermiş gibi… Ama Wilson’ın hedefe yerleştirdiği şeyi tahmin etmişsinizdir: Tektanrılı dinler.
***
Wilson’ın acıklı serencamını boşuna hatırlamadım. Kendisi de Doğu Akdeniz orijinli olan NNT, Wilson’ın aksine, Doğu Akdeniz’den kaynaklanan dünya tasavvuruna —kendisi pek de inançlı biri gibi görünmese de— son derece saygıdeğer bir şeymiş gibi muamele ediyor. Wilson’a göre insanlığa ayak bağı olan şeyler, NNT’ye göre müthiş —ve bugün de yeri başka bir şeyle doldurulamayacak— bir bilgelik paketi.
Bana göre?
Bana göre mesele, Doğu Akdeniz’den kaynaklanan bilginin muhtevasından filan kaynaklanmıyor. Mesele, mesela Wilson’un böcekleri, sosyal hayvanları incelerken kullandığı metodolojiyi, Consilience’i yazarken istihdam etmeye teşebbüs etmemesinden kaynaklanıyor. Türkiye’den sıradan bir Cumhuriyet okurunun söyleyebileceği ezberleri arka arkaya sıralıyor. Ortaya, Sociobiology’nin derinliğinin aksine, olağanüstü sığ bir şey çıkıyor.
Buna mukabil NNT, kendisinin de tekrarlayarak söylediği gibi, yazmayı da diğer işleri gibi ciddiye alıyor. “Ben yazarken haz duymazsam, okur hiç duymaz” filan diyor mesela.
Demem o ki, şöyle dindarlar da var, böyleleri de… Şöyle bilim insanları da var, böyleleri de…
Dini ve bilimi, birbirini ikame edebilir ve aralarında tercih yapılması gereken şeyler olarak görenler var mesela. Başka işleri yok, kendi tercihlerini âleme yayma misyonuna gönüllü yazılmışlar. Dindar olanların arasında da, karşılarında yer alanların arasında da var öyleleri.
Bir de bu topa hiç girmeyenler var.