Kim Yaşasın?
İşletmelerin yüzde doksanından fazlası, ilk yaşını kutlayamadan kapanıyor.
Amerika’da da böyle, Şili’de veya Türkiye’de de…
18. Yüzyılda da böyleydi, 19. Yüzyılda da… Harvard Business School’lar filan açıldıktan, kafası çalışan gençler yönetim alanında en parlak isimler tarafından yetiştirilmeye başladıktan, prestijli okullarda yetiştirilen parlak çocuklar işletmelerin direksiyonuna geçmeye başladıktan sonra da pek bir şey değişmedi. İşletmeler kurulmadan önce gerçekleştirilen fizibilite etütlerinde müracaat edilen teknikler —geçmişten alınan tecrübelerden de faydalanarak— geliştirildikten sonra da, fizibilite etütlerinde kullanılan veriler olağanüstü çeşitlendikten ve olağanüstü titizlikle derlenip tasnif edilmeye başladıktan sonra da pek bir şey değişmedi. İşletmelerin yüzde doksanından fazlası, ilk yaşını göremeden ölüyor.
Dünyanın geniş bir bölümünde, istisnai bir dönemde böyle olmadı. Adına sosyalizm denen Aydınlanmacı bir uygulama, sadece yaşayacak işletmelerin kurulmasına izin verdi. Yani öyle görünüyor. O dönemde, kendilerine sosyalist denen ülkelerde kurulan işletmeler, öyle göz açıp kapayana kadar ölmediler. Yaşamayı hak eden işletmeler titizlikle tespit edilip, sadece onların kurulmasına izin verildiğinden veya işletmeler ölmeyecek kadar mükemmel tasarlandıklarından değil. Ölmesi gereken işletmelerin ölmesine izin verilmediğinden…
Ölmesi gereken derken hangi işletmelerden söz ediyorum? Mesela Coca Cola’dan söz etmiyorum. Ama son derece sağlam argümanlarla, ölmesi gerekenlerin en başlarında aslında Coca Cola’nın yer aldığı söylenebilir. Ama ben ölmesi gereken derken, iktisadi olarak başarısız olan, kendi iktisadi faaliyetleri marifetiyle kendi maliyetlerini karşılayamayan işletmeleri, yani ölüp duran işletmeleri kast ediyorum.
Sizce mesela, Coca Cola ölmesi gereken işletmeler arasında yer alıyor mu? Bu mühim bir soru. En azından iki sebeple:
Birincisi, hangi işletmelerin ölmesi gerektiği tercihi, kaçınılmaz olarak değer yargısı ihtiva eder. Benimki de ediyor. Kimin ölmesi gerektiğine hiçbir biricik aklın karar vermemesi gerektiğini peşinen kabul etmiş oluyorum. Kimin öleceğinin, ekosistemi meydana getiren unsurların karşılıklı etkileşimleri marifetiyle kararlaştırılmasını tercih ediyorum. Bu tercih, birçok liberal tarafından, sanki yansız, değer yargılarından bağımsız bir tercihmiş gibi sunuluyor. Ama değil.
İkincisi, politik olarak yelpazenin çok farklı renklerinde yer alan, öyle görünen pek çok kişi için Coca Cola, behemehal ölmesi gereken, eğer eline kudret geçse derhal öldüreceği işletmelerin başında geliyor. Sertergiller de mesela, ellerinde imkân olsa Coca Cola’yı öldürmeyi, hiç değilse Türkiye’nin sınırlarının dışına sürmeyi arzularlar, Erdoğancılar, Bahçeli veya Öcalan da… Hepsinin bahanesi farklı olabilir ama neticede hepsinin böyle bir ortak paydası olması, bence, çok mühim bir gösterge.
Coca Cola ile aram yok. Yılda tükettiğim toplam miktar bir litreyi herhalde bulmaz. Ömrüm boyunca tükettiğim de, muhtemelen elli litreden daha azdır. Yani Coca Cola’sız bir dünya tasavvur edenlerin kahir ekseriyetinden çok daha az Coca Cola tükettiğimi rahatlıkla iddia edebilirim. Kaldı ki ben de Coca Cola’sız bir dünya hayalini pek sempatik buluyorum. Ama Coca Cola’nın, öldürülmesine karşıyım.
Ölmesine?
Ölmesine itirazım yok.
Coca Cola bir gün ölürse, öldürülmemiş mi olacak? Yine öldürülmüş olacak. Ama belirli bir merkezde, her şeye kadir odaklar tarafından kalemi kırıldığından değil, kendisi gibi birer işletme olan aktörlerin meydana getirdiği ekosistemde, kendisi gibi olan biri veya birileri tarafından… İki infaz tarzı arasında çok anlamlı bir fark olduğunu düşünüyorum.