Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra

Bundan kırk yıl önce, geri kalmışlığımızın tarihini konuşuyorduk. Bir yandan uluslararası sömürü marifetiyle geri bıraktırılmış olduğunu düşündüğümüz toplumlarla duygudaştık, onlara dair haberlere de kulaklarımız açıktı. Öte yandan memleket dâhilinde kesimler ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı eşitsizliği derdimizdi.

İmkânlar kıttı. Son derece az sayıda kitap yayınlanıyordu mesela. Ama yayınlanan kitaplar daha ihtimamlıydı genellikle. Daha iyi redakte edilmiş, imlalarından arındırılmış kitaplardı çoğu. Tercümeler çaba ürünüydü. Bir tek televizyon kanalı vardı ve Brezilya’da, İtalya’da olup bitenleri, onun sahiplerinin gözlüğüyle takip etmek zorundaydık. Filan. Ama sabah kalktığımızda, zımba gibi kalkıyorduk. Sadece biz gençler değil, ebeveynlerimiz de öyle kalkıyorlardı. Hepimizin bir işi vardı. Karşılığında hayatımızı kazandığımız bir işten söz etmiyorum, dünyayı değiştirecek, adaletsizliği ortadan kaldıracaktık.

Kırk yıl önceki ruh durumumuz, kabaca, kıt imkânlara rağmen kolayca muhafaza ettiğimiz bir iyimserlikti yani. Kavram haritamız da adaletsizlik ve onu ortadan kaldırmak, ilerleme ve onu sağlamak üzere geliştirilmiş enstrümanlardı. Farklı kesimlerin farklı enstrüman teklifleri vardı, evet. Daha mühimi, o enstrümanlar, dünyanın dört bir yanındaki tecrübeler ve düşüncelerle çeşitleniyordu.

Birçok bakımdan donmuş bir dünyada yaşıyorduk. Mesela sınırların değişebileceği hiç akla gelmiyordu. Sınırlar ötesi hareketlilik, hatta şehirlerarası hareketlilik, bugün akıl almayacak kadar sınırlıydı. Yüz bin yıldır oradan oraya göçen insanoğlu, tarihinde ilk defa o kadar yerine tutunmuş görünüyordu. Toplumların —olsa olsa— yüzde üçü, beşi hareket halindeydi. Ve fakat, insanoğlunun aya gitmesi de sırası gelmiş bir şey olarak görünüyordu.

Türkiye dünyanın taşrasında kalmış, uzaktan bakınca değişim hızı en düşük görünen, en donuk toplumlarından biriydi ama asla donuk bir toplum değildi. Kıpır kıpırdı. Dünyaya senkronizeydi. Evet, doğru dürüst film yapamıyordu ama dünya sinemasını, elindeki imkanlar ölçüsünde, izliyordu. Evet dişe dokunur romanlar yazılmıyordu ama dünya edebiyatından haberdardık. Evet, üniversitelerimiz bilim yapamıyordu ama dünya bilimi bir biçimde üniversitelerimize ulaşıyordu.

***

Nostaljik takılmak aklıma gelmez.

Kırk yıl önce gençtim, artık değilim. Dünyanın ruh hali şimdi de kırk yıl önceki gibi olsaydı, onu gözleyen benim ruh halim değiştiği için, sadece onun için bile ben başka türlü gözlemler yapıyor olurdum, farkındayım. Farkında olduğum şeyi de, gücüm yettiği ölçüde, yazdıklarımdan silmeye çalışıyorum.

Kırk yıl önceyi özlüyor filan da değilim zaten.

Evet, o iyimserliği özlüyorum. Yaşım icabı ben iyimser olamayacak olabilirim ama gençlerin de bizimkini andıran bir iyimserliği yok.

Bazı konularda kırk yıl önce mevcut olan kaliteyi, ihtimamı özlüyorum. Ama başka alanlarda ciddi bir kalite artışı olmasından da memnunum. Filan.

Derdim başka.

Kırk yıl sonra bugünlere bakıldığında ne görülecek? Kırk yıl sonra birileri, İnternete girip, bu ayki The Economist sayılarını ve bu ayki Hürriyet veya Yeni Şafak nüshalarını mukayese ettiğinde hangi neticeye varacak?

***

İsmet Berkan geçen hafta, “aya yolculuk hepimizi heyecanlandırmıştı, bugünkü uzay keşiflerine karşı ilgisiziz” mealinde bir tespit yaptıktan sonra, bu değişimin sebeplerini anlamadığını yazdı.

Kırk yıl önceki kavram haritamız, yukarıda özetlemeye çalıştığım gibi, bugünkünden çok farklıydı. Temel değerimiz adaletti ve adaletsizliği ortadan kaldırmaya kararlıydık, evet. Ama bir yandan hepimiz bir ailenin üyeleriydik. İnsanoğlunun ilerlemesi de hepimizin ortak derdiydi. Dünya bir ülkeyse, Türkiye o ülkenin geri kalmış bir şehriydi. Diyarbakır ise o şehrin, daha da geri kalmış bir mahallesi.

Şehir benzetmesini kasten kullanıyorum. Daha önce şehir ve kasaba arasındaki fark hakkında defalarca yazmış olmalıyım. Kırk yıl önce, dünyanın en geri kalmış bölgeleri bile şehirdi. Şehirli bir kavrayışa sahipti. Şimdi, McLuhan’ın kehaneti bir manada gerçekleşti, iletişim teknolojilerindeki olağanüstü gelişme, dünyayı bir global köye dönüştürdü. Ama McLuhan’ın beklediğinin tam tersi istikamette. Kasabalardan mamul devasa bir ülke oldu dünya.

Evet, McLuhan’ın tahmin ettiği gibi, Çin’deki, Tanzanya’daki, Brezilya’daki ve Amerika’daki insanlarla aynı haberleri izliyoruz. Ama izlediğimiz bu haberler, hepimizin gündemi olmuyor. O haberlerden önce izlediğimiz mahalli haberler etrafında şekilleniyor her bir kasabanın gündemi. Artık dünyayı kat eden ortak bir hayal veya ortak bir korku yok. Ebola eğer Türkiye sınırlarının içinde görülürse Türkiye’nin gündemine girecek. CNN’de de tıpkı “İspanya’da da görüldü” türünden bir haber olacak.

Neden?

Neden sorusuna sayfalarca cevap yazılabilir. Endişe etmeyin denemeyeceğim. Ama şunu yapmaya çalışacağım: Kırk yıl önceki hal ile bugünkü hali mukayese ettiğimizde, geleceğe dönük olarak nasıl bir projeksiyon yapabiliriz?

Kırk yıl önceki hal, dediğim gibi, kendimizi büyük bir ailenin parçası olarak görüyor olmamızın bir tezahürüydü. Ama kardeşlerimizle aramızda, onların kayıtsızlığından ve nobranlığından, bizim de tembelliğimizden ve yetersizliğimizden kaynaklanan farklar vardı. Daha çok çalışıp, ortak istikbalde hisse sahibi olacaktık. Bugün ise dünya, düne kıyasla çok daha bireyselleşti. Hem her toplum diğerlerinden bağımsızlaştı, hem de her toplumdaki kesimler diğer kesimlerden.

Artık ortak istikbal yok.

Bu iyi bir hal midir? Bir bakıma öyle. Çünkü kırk yıl önceki kavramlaştırma bir illüzyondu. Bir illüzyondan kurtulduğumuza göre iyi bir hal olsa gerek. The Economist’in sayfalarında yer alan haberlerin seçimi ve yorumlar, Türkiye’deki herhangi bir gazetenin sayfalarında yer alanlar ile herhangi bir ortak paydaya sahip değil, çünkü okurlarının yönelimleri, istikbal tasavvurları arasında muazzam bir fark var.

***

Mesele şu: Daha önceki ortak istikbal hayali, dünyaya bir şeyleri dayatma kabiliyetini ele geçirmiş, dünyayı dizayn etme hayali kurmakta bir tuhaflık hissetmeyen bir medeniyetin, bir medeniyet tasavvurunun “ortak istikbal hayalimiz budur” diye tarif edip yaydığı bir hayaldi. Yaşaması —onu tarif etme gücüne sahip olanlar da dâhil— kimsenin menfaatine değildi. Bugün, çok sayıda mahalli gelecek tasavvurundan bir ortak gelecek tasavvuru zuhur etmesi imkânı doğdu.

Belki de insanlığın bir unsuru olmaktan cayamadığım için, gençliğimde edindiğim kavramlaştırmalardan tamamen kurtulamadığımdan, illa ki ortak bir istikbal tasavvuru aramaktayım, bilmiyorum. Ama biyolojik bir ortaklığı paylaşıyor olduğumuzu ve insanoğlunun yüz küsur bin yıllık tarihinin hangi istikamette seyrettiğini hesaba katarsak, bana, ortak bir istikbal tasavvuru hayali vazgeçilmez gibi görünüyor. Bu ayrı mevzu. (Ama bu arada şunu söyleyeyim: Bundan sonraki ortak istikbal tasavvuru, eğer gerçekleşirse, Batılıların yerine mesela Müslümanların veya başka bir öznenin “ortak istikbalimiz budur” demesiyle gerçekleşmeyecek. Farklı tasavvurların bileşkesinden zuhur edecek.)

Netice olarak, Akşam’da yazdığım bir yazının başlığıyla söyleyecek olursam, buhar olan her şey sıvılaşıyor. Marks kendi dönemindeki muazzam türbülansı, “katı olan her şey buharlaşıyor” cümlesiyle tarif etmişti. Şimdi benzer bir türbülans yaşıyoruz.

Buhar olan her şey sıvılaşıyor. Ve Türkiye, AKP’si CHP’siyle, Hürriyet’i Yeni Şafak’ıyla, üniversitesi ve bürokrasisiyle, kendisini ve dünyayı anlamak için zerre kadar çaba harcamaya ihtiyaç hissetmiyor. Kırk yıl önceki kavramlaştırmalardan zuhur eden gerilim noktalarını kaşıyıp durarak mastürbasyon yapmakla gününü geçiriyor. Üstelik o gerilimlere gebelik etmiş kavramlaştırmaları da —yani ilerleme ve adalet arayışlarını da— evden kovalı çok olduğundan, tarafların mütemadiyen orgazm olup durmalarından bir istikbal doğması hiç mümkün görünmüyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin