Körfez ve Koreografi
Charles Zorgbibe’nin Körfez’in Tarihi ve Jeopolitiği’nden anlıyoruz ki, Körfez hep —daha petrol diye bir emtia bilinmiyorken de— az çok şimdiki sosyoekonomik ve sosyopolitik strüktüre sahipmiş. Çünkü petrol yokken inci varmış. Ve şimdi nasıl sadece petrol varsa, o vakitler de sadece inci varmış. Zorgbibe’in aktardığı kadarıyla Darraud Körfez’in yağmacı ve korsanlarının çok eski çöl göçebe kanunlarını denize uygulamaktan başka bir şey yapmadıklarını söylemiş. Berreby de onaylıyormuş: “Körfez’de korsanlık kum göçebelerinin talanının denize yansımış biçiminden başka bir şey değildir.” Ve Jargy’e göre de korsanlık, Arap Bedevi gelenekleri tarafından ahlaksızca bir şey olarak görülmüyormuş.
Filan.
Kabaca gördüğümüz tablo şöyle bir şey: Lise tarih kitaplarındaki haritalarda nasıl gösterilirse gösterilsin, Körfez’in batı kıyısı, neredeyse hiçbir vakit İstanbul’dan yönetilmemiş. Her daim birbirine düşman — ve yabancılara birbirlerine olduğundan daha düşman— çok sayıda kabilenin karşılıklı olarak birbirlerini dengeledikleri bir coğrafyadan söz ediyoruz.
İngilizlerin bölgeye gelişleri, mesela Hindistan’a, hatta Çin’e gidişlerinden çok sonraya denk geliyor. “İngilizler bir yerlerde bir takım işler çeviriyorsa biz de orada olmalıyız” diyen kadim düşmanlarından Fransızların, Körfeze birkaç yüz kilometreden daha çok yaklaşamadıklarını, sahneyi Suriye’den seyredebilecekleri bir loca biletine razı gelmek zorunda kaldıkları malum. Almanlar ve Ruslar ise, daha çok İran üzerinden, Körfez’in doğusuna inmeye çalışmışlar —ve pek de muvaffak olamamışlar.
İngilizler Amerika kıtasındaki, Hindistan’daki, Çin’deki ve hatta Mısır’daki mevcudiyetleri ile kıyaslandığında kısa sayılabilecek bir dönem sonunda, ancak jandarmalık olarak adlandırılabilecek pozisyonlarını Amerikalılara devretmiş. Böyle söyleyince olmadı, yani jandarmalık vazifesini Amerikalılar İngilizlerden almış. İngilizlerin —yani bazı İngilizlerin— pek hoşuna gitmese de…
Fon bu.
Gelelim İran-Irak savaşı çıktığında, ABD’de başlayan tartışmalara…
George Kennan Batılıların bölgeden çekilmesini savunuyormuş. Körfez’deki Sovyet avantajının gerçek nitelikli olduğunu, yani bölgede Sovyetlerin nihai hâkimiyetini engellemenin mümkün olmadığını, dolayısıyla orada kalmak için harcanacak enerjinin yabancı petrole bağımlılığı azaltacak bir enerji programına aktarılması gerektiğini öne sürüyormuş.
Paul Warnke ise bölge ülkelerinin güvenlik ve tarafsızlığının Washington ve Moskova tarafından iki taraflı garanti altına alınmasını tavsiye ediyormuş.
Kenneth Waltz ise, bölgede Sovyetlerin, gerekirse nükleer silahlara başvurulabileceği tehdidiyle durdurulması gerektiğini teklif etmiş.
Sizin aklınıza başka bir alternatif geliyor mu? (a) Kaçalım, (b) anlaşalım ve (c) dövüşelim. Var mı başka seçenek?
Demem o ki, Washington’da her düğüm noktasında, her mümkün alternatifi teorileştiren —ve böylelikle hayatını kazanan— birileri var. Hep oldu ve her defasında tam da böyle oldu. Sonra dünyada birileri yenildiler, biz genellikle yenilenlerin arasında yer aldık ve müttefiklerimiz yenildiği için yenilmiş sayıldık. Sonra bizim derin fikirlilerimiz, “bak zaten Amerikalılar ta o zaman bunun planını, projelerini yapmışlar” diye, bir takım Amerikalıların bir takım laflarını önümüze koydular.
Dünyanın öyle yürümediğinin bir numaralı delili Körfez.
Ortada petrol diye bir şey var. Batı medeniyeti giderek artan bir hızla petrole bağımlı hale geliyor. Petrol aktığı sürece ve makul bir fiyatla aktığı sürece, kimsenin bu arı kovanına elini sokası yok —bölge kıymete bindiğinde, herkes elini soktuğu diğer arı kovanlarından nasıl çıkacağının derdinde zaten. Ama petrol gelirleriyle başı dönmüş bir yığın kabile, içlerinde “gelin bir olalım, doğru dürüst bir siyasi örgütlenmemiz olsun” diyenlere kulak asmayıp, birbirleriyle dövüşmeyi tercih ediyor.
Buraya bir parantez açalım. Yukarıdaki üç seçeneğe ilave bir seçenek daha var elbette: (d) Karışmayalım, bölge kendi dinamikleriyle yürüsün gitsin.
Teoride var da, pratikte öyle bir alternatif yok. Çünkü o alternatif daha en başta, bölgenin muktedirleri tarafından ajandadan çıkarılmış. Her biri diğerlerinin petrol üretimini veya nakliyatını baltalama faaliyetine girdiğinde, Londra’da alarm zilleri çalıyor. Akla gelecek ilk işi yapıp, kendileri ile ittifak yapacak, sözü dinlenir bir aktör buluyorlar. İşler biraz yürüyor, sonra başka türlü kıyamet kopuyor. Yine akla gelecek ilk işi yapıyorlar, Körfez’e küçük bir filo yollayıp, “kıpraşanı yakarım” diye tehdit ediyorlar. Küçük bir İngiliz filosu bile, Körfez’de birbirinin gırtlağına basmaya çalışan korsan artıklarının bütün güçlerinden daha güçlü. Korsan artıkları gücü görünce, güç sahibini kendi yanlarına çekmek için birbirlerini yiyor bu defa. Filan.
Masum bir İngiltere ve sonra da masum bir Amerika tasviri yapmak istiyor değilim. Elbette melek filan değiller. Ama şeytan da değiller. Çarkın dönmesinde menfaatleri var ve çarkın dönmesini sağlamak için icap edeni yapıyorlar.
Neticede Körfez, hepsi birbirine düşman, hepsi zengin ve fakat hepsi zayıf bir yığın unsurun bir patchworkü olarak geliyor yüzlerce yıldır. Değişmeye de niyetleri yok. Bir noktada Amerikalılar, bu zengin ve zayıf düşman kardeşlere silah satmayı akıl ediyorlar. Ben bu işin çok eski bir iş olduğunu zannediyordum, değilmiş. Ta 1970’lere kadar anlamlı bir iktisadi faaliyet olarak silah ticareti yokmuş.
Bir başlayınca… Petrolden bile kârlı bir iş…
***
Hayat, bir yığın küçük dansçının birbirlerinin adımına ayak uydurmalarıyla zuhur edegelen bir şey. “O şöyle yaptı, benim de şöyle yapmam lazım” kararlarının karşılıklı olarak birbirlerini tetikleyip durmasıyla şekilleniyor. Ama garip ülkemde herkesin elinde bir koreografi var. Kendisi koreograf ya, diğer herkes dansçı. Diğer herkesin adımlarını tarif etmiş. Herkes onun koreografisine uygun adım atarsa, var ya! Dünya cennet olacak. Atmıyorlar. Cehennem oluyor.
Oturun herhangi bir kasaba kıraathanesine, çayınızı söyleyin, bir laf atın ortaya, göreceksiniz. Sadece siz, sadece İnternette takip ettikleriniz, sadece gazete niyetine her gün piyasaya sürülen şeylerde yazıp çizenler değil, herkes biliyor dünyayı cennet yapmanın formülünü —bir kasaba kıraathanesindeki ilkokul mezunu da… Formüller hepsi birbirinden farklı ama hepsinin ortak özelliği, formül sahibi dışındaki herkesin adımlarını tayin eden bir koreografiden ibaret olmaları.
Hal böyle olduğundan herhalde, herkes, ilaveten, “benim koreografim tatbik edilseydi dünya cennet olacaktı, ama olmadı, demek ki başka birinin koreografisi tatbik ediliyor” gibi dümdük bir akıl üretiyor. Bu oyunun koreografisi olmadığı, nedense kimsenin aklına gelmiyor.
Böyle böyle yaşayıp gidiyorduk, dert değildi. Kimse memleketin kaynaklarını seferber edebilecek, bir yığın aktöre adım çizebilecek güce sahip olmadıkça, dert değildi. Derken memleketin başına, kasaba kıraathanelerinde imal edilen akıllarla devlet yürütülebileceğini zanneden bir budalalar heyeti geldi. Ellerindeki kudreti temerküz ettirdikçe ettirdiler. Ne dünya, ne de memleket cennet olmadı ama “a, böyle olmuyormuş” demediler, “şunun adımını da çizersek olacak” dediler.
En baştan beri öyle yapıyor oldukları görünüp duruyorken, “ama kasaba kıraathanelerinde mutsuzluk diz boyu, onlar mutlu olmadan olmaz” aklıyla bu heyeti destekleyen Halil Berktay gibiler, bir vakittir tuhaf şeyler yazıyorlar (http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/suriyeden-barzaniye-dis-siyasette-ortaklik-ve-empati-sorunu-797748). Okumanızı, hatta saklamanızı tavsiye ederim, bölge politikasının son birkaç yıldaki zırvalıklarının derli toplu bir envanteri çünkü.
Berktay şaşırmış görünüyor, nasıl olur da “hep bana, sadece bana” denebilirmiş. E, baştan beri öyleydi.
Kasaba kıraathanelerindeki mutsuzluk, evet, memleketin temel sıkıntısıydı. En azından temel sıkıntılarından biriydi. İyi de, o kıraathanelerde bile, kaç kafa varsa o kadar koreografi vardı. Öyle koreografilerden birine yol vermekle aşılabilecek bir mutsuzluk mu bu? Mesele, herkesin konuşabileceği, kendi koreografilerini müdafaa edebileceği ve böylelikle de dünyanın meselelerinin öyle çözülemeyeceğini öğrenebileceği bir düzenin olmamasıydı. Çünkü Ankara’da şımarık ve küstah birileri, diplomalarından —daha çok da silahlarından— aldıkları şirretlikle, herkese kendi kafalarındaki adımları dayatıyorlardı. Filan.
Çözüm, dayatılan koreografiyi değiştirmek değildi. İyi kötü belirli bir tarih bilgisiyle, diplomasi bilgisiyle, bir ekip işi olarak üretilmiş ve tatbik edilen ama kasaba kıraathanelerindeki mutsuzluğu umursamayan koreografi yerine, manyağın birinin kör bir cehaletle “alnı secde görenin fikriyatını Allah destekler, Allah’ın desteklediği de başarılı olur” diye özetlenebilecek ahmakça koreografisini uygulamak hiç değildi. Koreografi olmadan da dans edebiliyor olmamıza minnet duyarak, birbirimizin adımına adım uydurup yaşamayı maharet addederek yaşamamızın şartlarının inşa edilmesi gerekiyordu. Kasaba kıraathanelerinde çile dolduranların daha fazlasında gözü yoktu.
Şimdi var. Şimdi her biri, tıpkı Körfez muktedirlerinin her biri gibi, her şeyi istiyorlar. Kimse her şeyden azına razı değil.
Hadi bakalım, ayıklayın pirincin taşını.